Toplumsallaşma eğilimi olarak tanımlanan olgu, yapısal olarak üretim tarzları içerisindeki temel yönü göstermektedir. Çünkü hem sistemin hem de insanın yeniden üretilmesi sonucunda ortaya çıkan “uzlaşma ve dayanışma” aynı zamanda o toplumun “kimliğini” de belirlemektedir.
Bütün toplumsal sistemler tarihte kendine bir kimlik yarattı. Büyük bir feodal imparatorluk üzerine kurulu Romalılık ve daha sonrasında gelişen kapitalizme ait kimliklerde olduğu gibi... Ezilen uluslarda da meydana gelen proleter devrimler de ulusların birliğine yönelik bir seyir izledi. Lenin Sovyet ülkelerini birleştirirken, içinde onlarca farklı unsurun yer aldığı Çin coğrafyasında Mao, Çinin birliğini sağladı. Tarihten de görüldüğü üzere bütün devrimci liderler ve önderlik ettikleri büyük devrimler hep ulusların kendi içinde birliğini sağladı.
Millet-devrim ilişkisi
Mustafa Kemal Atatürk’ün millet tanımında asli üç unsur vardı. Türkiye, Türkiye halkı ve Cumhuriyet Devrimi... Yani şöyle de okunabilir; Vatan, halk ve devrim, millet olmanın önkoşulları oluyordu. En önemlisi; O halkı, millet haline getiren devrim, yani Cumhuriyet Devrimi idi. Milletin oluşumunda devrimin belirleyiciliği, ümmet toplumundan ulus-devlet olmaya ilerleme süreciydi. Şimdi devrimle hesaplaşanlar millet kavramı ile doğrudan karşı karşıya geldi. Millet-devrim ilişkisi nesnel olarak Türkiye’nin gündemine girdi.
Devlet-ulus ilişkisi ve küreselleşme
Bir yanıyla ulusun oluşumu öbür taraftan milli devletin kurulması ve yaşatılması birbirini tamamlayan iki sürecin parçaları olarak kendini gösterir. Yani ulus-devletin modasının geçtiğini düşünenler doğal olarak ulus kavramının da modasının geçtiğini düşünmek zorundadır. Tarihi bir gelişimi olan “kimlik” sorununun aslında yeni bir tartışma olmadığı da ortada. Küreselleşmeci demokratların bir çırpıda pratik olarak “çözdüğü” ve “herkes kendisini bir bütünün parçası olarak hissederse sorunlar ortadan kalkar”türünden bir basitlikle ortaya koydukları anlayış, çözümün bu kadar basit olmadığını da göstermektedir. “Aslında konu “kimlikler” meselesi olarak gündeme gelse de, özünde “ulus-devlet, işlevini tamamlayıp sona erdi mi? Yoksa halen oynayacağı hayati bir rol var mı?” sorusu üzerine gelişmek zorundaydı.
Ulus devletler şekil mi değiştiriyor?
Emperyalizmin ideologlarına göre küreselleşmiş bir dünya, her yerin pazar, her şeyin pazar için var olduğu bir dünya olacaktır. Zira emperyalist-kapitalist sistemin sahiplerinin yegane hayat kaynağı artı-değer ve artı-değerin pazar ile olan ilişkisinde mümkün olmaktadır. Emperyalizmin varlığını sürdürmesi artı-değere el koyduğu ölçüde mümkün olduğuna göre, kapitalizmin varlıksal açıdan zorunlu yönelimi de üretimin her türlüsünü pazar için gerçekleşir kılmak, her şeyi pazarlık bir mal haline getirmek olacaktır. Başka bir ifadeyle emperyalizmin nihai hedefi, toplumsal yeniden üretimin tümünü, her bir noktasında artı-değer de üretilebilecek bir pazara dönüştürmektir. Bu açıdan “küreselleşme yeni bir olgu değil, sadece yeni bir kavramsallaştırma olarak süren sistemin/emperyalizmin bizatihi kendisi; emperyalizm denen olguya saygınlık kazandırma, emperyalizmin karşısında çaresizlik yaratma çabasıdır”
Küreselleşmenin itici gücü olarak kapitalizmin krizini gören, Waters, kapitalizmin içinde bulunduğu krizi ancak mekânı (ulus-devleti) yeniden yapılandırarak aşacağını vurgulamaktadır. Waters, ekonomik, siyasal ve kültürel alanların mekânla etkileşimini belirttikten sonra küreselleşmeye ilişkin varsayımını oluşturur. “Buna göre maddi etkileşimler yerelleştirilmekte, siyasi etkileşimler uluslararası hale getirilmekte, sembolik etkileşimler ise küreselleştirilmektedir.” Şu halde ulus devletlerin şekil değiştirmesi ve piyasayla uyumlu hale getirilmesinin arkasındaki gerçek ortaya çıkmış oluyor. O da ulus devletlerin emperyalizm lehine parçalanmasıdır. Aynı zamanda biraz önce ifade edildiği üzere milli devletin yıkılması, ancak ulusun kimliklere parçalanması üzerine oluyor.
Değişen sistem mi?
Sorunu bir kez daha ortaya koyarsak, mevcut her türden “kimlik” tartışmalarının temelinde, “küreselleşmeyle birlikte toplumsal değişimin yattığını” söylemek, inandırıcılığını her ne kadar yitirmişse de değişimin geriye doğru olması niyetini ortaya koymaktadır. Emperyalizmin, ezilen uluslardaki kapitalizmin gelişmesini engellemiş olması ve bizim gibi ülkelerde feodal artıkların yeniden canlandırılması üzerine kurduğu hakimiyet biçimi, “ulus”un oluşumdan duyduğu rahatsızlığını başka kavramları ortaya atarak bastırmaya çalışmaktadır. Tayyip Erdoğan ve Abdullah Öcalan’ın, 12 Eylül sürecinde Kenan Evren’in “din birleştiricidir” tezine sahip çıkarak “dinin çimento olduğunu” ileri sürmesi bu durumun en açık örneğidir. “İslâmî bağ” Ortadoğu ve Asya’nın kökten dinci devletlerinde bile eski işlevini yitirmişken, yeniden Türkiye gündemine taşınması İslâm’a bağlılığın değil, emperyalizme bağlılığın ifadesi olabilirdi.
BOP’a hangi kimlik uyar?
Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’de İslam’ı “çimento” ilan etmesi, bir İslam projesi değil, bir Amerikan projesidir. Çünkü “Ilımlı İslâm” tezinin patronu Washington yönetimi ve bu projeyi ABD Başkanı Bush, “Haçlı Seferi” diye adlandırmıştı. ABD’nin İslâm’a karşı başlattığı Haçlı seferinde görev almakla iftihar edenler tarafından, Türk milletini çözme ve dağıtma işlevi yerine getiriliyor. Şeyh Sait de, gerici “isyan”ları ekseninde emperyalizmin işbirliğinde ortaçağa ait kurumların sürdürülmesini istemişti. Ama tarih onun istediği gibi ilerlemedi.
Tarihin ilerleyen yönü, gericiliğin ve millet yıkıcılığının tersine, ulus-devletlerin direnci ve emperyalizme karşı bölgesel alternatiflerin geliştirilmesi biçiminde. Dolayısıyla, küreselleşmecilerin başarı şansının olup olmadığı henüz görülmedi. Yeryüzünde binlerce “alt kimlik” varken, sadece 190 dolayında ulusal devlet olması tarihsel ilerlemenin kaçınılmaz sonucu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder