Mustafa Kemal'e zaferden sonra başarısını öncelikle neye borçlu olduğunu sorduklarında "telgraf hatlarına" demiştir. Bugünün teknik koşullarında artık kullanılmayan telgrafın bir asırdan daha kısa bir zaman önce işlevi o kadar önemliydi ki, Mustafa Kemal halkı telgrafhaneleri işgale çağıracaktı. Ancak İstanbul hükümeti ve onun iletişimden sorumlu adamı Refik Halit (Karay) de işin farkında olduğundan, çift maaşlı denetleme memurlarını devreye sokmuş ve Anadolu direnişinin sesini geçici de olsa kısmayı başarmıştı. Bu başarısı ise ona 150'likler listesindeki yerini garanti edecekti.
Psikolojik iç savaş ne zaman patladı?
Sivas Kongresi öncesinde ve sonrasında yaşananlara psikolojik bir içsavaş demek mümkündür. Bizi bu kanıya ulaştıran verilerin ne kadarının gerçekten o yıllarda mevcut olduğunu ya da aslında doldurmalar yoluyla net olarak 1925 sonrasında mı ortaya çıkarıldığını ve dış güçlerin bu dedikoduların yayılmasında nasıl bir rol oynadıklarını sağlam belgelerle açıklayamıyoruz. Örneğin müstakbel Sovyet Rusya elçisi Aralov'un 1940'lara tarihlenen hatıralarında, bazen satır aralarından taşan suçlamalarından akla yatan çıkarsamalar yapmak mümkün olabiliyor. Öte yandan Türkiye üzerindeki İngiliz-Rus rekabetinin gri alanları henüz yeterince incelenmiş olmayıp bunun istihbarat savaşları bölümüne ise hiç dokunulmamıştır. Dolayısıyla İngiliz-Rus rekabetinin söz konusu verilerin oluşmasındaki etkisi de henüz değerlendirilememiştir. Sonuçta, birlik ve beraberliğin en gerekli olduğu bir çağda yoğun bir hizipleşmenin yaşanması, Mustafa Kemal'i hem üzmüş hem de öfkelendirmiştir. Bu mücadelenin trajik kurbanları da eksik olmamıştır.
Atatürk ve dava arkadaşları arasındaki kavgayı sınıfsal, ideolojik hatta bireysel sebeplere dayandırmak zordur. Ulusçuların neredeyse tamamının İttihatçı olduğuna bakılınca kavganın esas nedeninin "siyasi aidiyet" yani İttihat ve Terakki'yi diriltmek ya da diriltmemek olduğunu söylemek mümkündür. İşin asıl üzücü tarafı da zaten orasıdır!
TARİHTE BUGÜN
Kâbe'yi haricîler savunmuştu
31 Ekim 683 tarihinde, Hüseyin ibni Numeyr komutasındaki Emevi ordusu ile Hicaz'da halifeliğini ilan etmiş olan Abdullah İbni Zübeyr kuvvetleri arasında, İslamiyetin kesinlikle yasakladığı bir yerde çıkan çatışmada Kâbe'nin ahşap kısımları ve örtüsü yandı. Çökecek duruma gelen bina, Emeviler çekildikten sonra yıkılarak Hz. İbrahim'in planına uygun olarak yeniden yapıldı. Halife Mervan İbni Hakem yönetimindeyse Kâbe için tekrar Kureyş planı uygulandı. Emeviler daha önce Medine'yi zapt ederek üç gün yağmalamış ve tabiinden yani Peygamber'i sağlığında görmüş olanlara yetişmiş kimselere de aman vermemiştir. Yalnızca Hz. Ali'nin Kerbela'dan sağ kurtulan oğlu Zeynelabidin bitaraf kaldığı için bağışlandı. Mekke'yi savunanlar arasında en büyük kahramanlığı ise tuhaftır ki, Hz Ali'nin can düşmanı ve katili Hariciler ile daha sonra Kerbela intikamcısı olduğunda Abdullah İbni Zübeyr'in kardeşi Musab tarafından öldürülen Muhtar es Sakafi göstermiştir. Emevi halifesi Yezid'in ölüm haberi geldiği için 3 ay süren kuşatma kasım ayında kalkmıştı. Peygamber'in ölümü üstünden daha ancak 50 yıl geçmişken yaşanan bu olaylar "dinin yapıştırıcı işlevi"nin bir otomatiğe bağlı olmadığını gösterirler.
|
Psikolojik baskının en çelişkili göstergesi Sivas Kongresi'nde edilen, İttihatçı olunmadığına dair yemindir:
"Makamı celili hilafet ve saltanata, islamiyete, devlete, millete ve memlekete manen ve ve maddeten hizmetten başka bir gaye takip etmeyerek her türlü ihtirasatı şahsiye ve siyasiyeden ve fırkacılık amalinden münezzeh bir azmü iman ile çalışacağıma ve İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin ihyasına çalışmayacağıma namusum ve bilcümle mukaddesatım namına yemin ederim" şeklinde edilen yeminin direnişin belkemiğini teşkil eden İttihatçıların daha önce ettikleri ünlü yeminle (İttihatçı olunur, İttihatçı ölünür) nasıl bağdaşabildiğini bir yana bırakalım. Asıl ilginç olan, kongredeki bu yeminin, son derece siyasi bir hareket olan direnişi "her türlü siyasetten uzak" ve daha önemlisi "hilafet ve saltanata hizmetten başka amacı olmayan" robotlaşmış bendelere emanet etmek gibi garip bir beklenti içinde olmasıdır.
Hilafet ve saltanatın meşruiyeti
Dinci çevrelerin kullandığı propaganda kalıplarının başında, Mustafa Kemal'i Anadolu'daki direnişi örgütlemek için gönderen Padişah'ın kendisine cebinden yüklü bir para verdiği uydurması gelir. Gerçek şudur ki, Sivas'tan Ankara'ya gidecek olan Mustafa Kemal ve ekibi o sıralar tam anlamıyla meteliksizdir. Ancak sağdan soldan borçlanarak yola çıkabilmişlerdir. Vahideddin'in o efsanevi 40 bin altını gerçek olsaydı bile, bununla ancak ufak tefek ihtiyaçların sağlanabileceğini kanıtlayan rakamlar da elimizdedir. İstiklal Harbi, bunca insani fedakârlığın yanında bedavaya gelmiş değildir.
27 Aralık 1919'da Ankara'ya varılmıştır ama Mustafa Kemal'in otoritesi henüz Meclis'i burada açacak kadar güçlü değildir. Kaderin bir cilvesi olarak burada da imdadına yetişen İngilizler olur. Nasıl Yunanlıları İzmir'e çıkmaya teşvik ederek Anadolu'daki uyuşmuş ruhları uyandırmışlarsa, bu sefer de İstanbul'daki Meclisi Mebusan'ı basıp direniş taraflılarını Malta'ya sürerek korunaklı mevkisiyle Ankara'da yeni Meclis'in açılmasını kaçınılmaz kılmışlardır.
Henüz Meclis açılmadan, Osmanlı'nın son parlamentosunun aldığı bir karar, Misak-ı Milli yani Ulusal And, tarihteki yerini almıştır ama bugün dahi "bu Misak-ı Milliye aykırıdır" cümlesini kuran sorumlu ağızlar arasında Misak-ı Milli'yi okuyup da anlayanının pek az olduğu ortadadır. Önemli olan noktalara kısaca değinirsek, Araplardan kopma Misak-ı Milli'yle karara bağlanmıştır. Saltanat ve Hilafet merkezinin hinterlandıyla birlikte korunması, kapitülasyonların kalkması, devlet borçlarının tanınıp ödeneceği, bundan sonraki pazarlıkların da eksenini teşkil edecektir. Hal böyleyken burada neden Türklükten değil de İslam birliğinden söz edildiğini kimilerinin sorgulamamaları, Mustafa Kemal hiç hoşlanmasa da, o gün siyasi dengenin saltanatın ve hilafetin meşruiyeti üstüne kurulduğunu 2013'te bile hâlâ göz ardı etmelerinden kaynaklanır.
İstiklal mahkemeleri köylere gidip dert de dinlerdi
Müttefiklerin Kilikya'daki çatışmaları bahane ederek Mondros Mütarekesi'nin ilgili maddesince İstanbul'u işgal etme kararı 16 Mart 1920'de uygulanır. Çoğunluğunu İstanbul'dan kaçan mebusların meydana getirdiği BMM ise 23 Nisan'da açılır. Meclis binasının akan damını örtmek için kiremitler çevre evlerden toplanmıştır ve mebuslar basit okul sıralarında sıkışık düzende oturmak zorunda kalmışlardır. Bu meclis, ilk kanunlarından biri olan Hıyanet-i Vataniye Kanunu'nu 29 Nisan 1920'de çıkarır. Olağanüstü karar ve kurumların da vakti gelip çatmıştır ve bunların en tanınmışı da İstiklal Mahkemeleridir ki, Fransız Devrim Mahkemelerinden esinlendiği bellidir. Meclis, Bursa'nın düşmesiyle de Firariler Hakkında Kanun çıkarmış ve firar eden askerlerin asılması kararını almıştı. Asker kaçağının yerine akrabasının askere alınması, akrabası yoksa köy ve mahallesinden cereme olarak 200 lira alınması, idam mahkûmlarının hüküm künyelerine yazıldıktan sonra son bir şans olarak cepheye sürülmesi, asker ailesinin ırzına geçme suçlarına idam, kendi rızasıyla asker olan eşlerini bırakıp başkasıyla birlikte olan kadınlara ve sevgililerine sürgün ve hapis cezası verilmesi, İstiklal Mahkemelerinin uygulamalarından bazılarıdır. İdam kararları oybirliğiyle değil de oy çokluğuyla alındığından, mahkeme üyeleri arasında bile sert tartışmalar eksik olmuyordu. Bu kararların dışında isyan bölgelerine müdahale eden birliklerin asileri kitle halinde yok etme yoluna saptıkları da görülmüştür.
Mücadelenin ruhunun halka yansıtılamadığından şikâyet eden Tevfik Rüştü (Aras) ile "dostlar gazi biz şehit" formülünü kullanan ve "yalın ayak başı kabak sırtı çıplak asker"in hakkını arayan Konya Mebusu Vehbi Efendi'nin uyarıları, günün koşullarının dayatması olduğuna şüphe bırakmayan bu uygulamaların yine de yumuşatılmasına vesile olmuştur. Buna rağmen Büyük Taarruz'da bile askerin "sadece" yüzde 17'sinin yalınayak oluşu büyük başarı sayılacaktır.
Kendisi de bir gönüllü alayına komuta eden Afyon Mebusu Şükrü Efendi (Çelikalay) Kuva-yi Milliye'yi eşkıya ve şekavet ocağı olarak tanımlar ve "Halk ben senin nam ve hesabına ölemem diyor. Bu mühim bir inkılab-ı içtimaidir ve avam bunu anlamıştır" der. Milli Müdafaa Vekili Fevzi (Çakmak) Paşa'ya göre ise bu bir ruh zaafıdır: "Bir millet varlığını müdafaaya yürekten azmetmezse firarın en birinci sebebi odur". İstiklal Mahkemeleri bu iki görüş arasında gidip gelmiştir. Bu arada kaçaklar için af üstüne af çıkarılır. Geleneksel eşitsizliğin İstiklal Mahkemeleri eliyle pekiştirilmesi tehlikesine dikkat çekilir ve "zengini fakire tercih edene aman yok" denir. Öte yandan İstiklal Mahkemelerinin aynı zamanda köylere kadar gidip dert dinleyen mahkemeler olduğu gerçeğinin bugüne kadar gelememiş olması da, bilgiyi elinde tutanların kamuoyu oluşturmadaki etkinliklerini ortaya koymaktadır.
Mahkemeler, Ankara hariç 17 Şubat 1921'de durdurulduğu halde Sakarya Savaşı gibi hayat memat meselesi olan bir olayla burun buruna gelindiği bir zamanda 48.335 asker kaçağı bulunduğu görülünce Ağustos 1921'de yeniden kuruldular.
BMM devrim meclisidir
TARİHiN muhabirinden
Türkler bir türlü asimile olmuyor
Çin (Yarı Resmi İmparato
rluk Ajansı)-630 Annesi Türk olan ve Türk âdetlerini yakından bilen Çin İmparatoru T'ai-tsung, büyük bir zaferle Göktürkleri yenilgiye uğrattıktan sonra kendisini Türklerin Gök Kağanı ilan etti. Bumin Kağan'ın kurduğu Göktürkler, 552 yılından beri Orta Asya ve Çin'de hüküm sürmekteydiler. İmparator T'ai-tsung, savaştan sonra Ötüken'e gidip bütün kadın çocuk Türk ailelerini toplayarak Çin duvarı arkasına tehcir etti. Buna rağmen görülmektedir ki, Türklerin asimile olacağı yoktur. Çinli vatandaşların vergileri, sonuç alınamayacak Çılgın Projeler uğruna sokağa atılmaktadır. T'ai-tsung'un bundan sonraki adımının, asimile edemediği Türkleri geldikleri yere göndermek olacağı kesindir. Ve bu masraf da yine
Çinli vatandaşın cebinden çıkacaktır.
|
Bu karanlık yıllarda Damat Ferit 5 kere sadarete gelmişse de iktidarının toplamı sadece 14 ay kadardır. Vahideddin'in bu indi bindilerle nereye varmak istediğini tahmin etmek zor, ancak kendi kapasitesini fazlaca abarttığı da ortadadır. Damat Ferit, kendisi gibi ölümsüzleşecek olan Şeyhülislam Dürrizade Abdullah ile birlikte yeniden 5 Nisan 1920'de iktidara geldiğinde görevleri Ankara'dakileri yok etmekti. Ankara'nın Hıyanet-i Vataniye Kanunu'na İstanbul'un cevabı sert oldu. Dürrizade'nin ünlü fetvası üzerine de 11 Mayıs'ta Nemrut Mustafa mahkemesinin verdiği Mustafa Kemal ve dava arkadaşlarına idam kararları Padişah tarafından 24 Mayıs'ta onaylandı. Ankara'nın buna cevabı, Börekçizade Mehmet Rıfat önderliğinde 153 müftünün imzaladığı karşı fetva oldu. BMM bir devrim meclisiydi ve aslında Fransız İhtilali'nin konvansiyon meclisinden esinlenmişti. Buna rağmen Meclis'te sultan devletin başı olarak onaylanmış ve hanedanın tahsisatı bütçenin başında yer almıştı. Meclis üyeleri ise ,,vekalet ettikleri için" vekil adını almışlardı. Mustafa Kemal Meclis'i o haliyle cumhuriyet olarak görmüşse de Cumhuriyet Meclisi asla bu kurucu meclisin yetkilerine sahip olamamıştı. 437 mebus seçilmiş ancak oturumun açılması için gerekli olan 338 sayısına ulaşılamamıştı. Açılışta bulunanlar sadece 115 milletvekili idi. Bu sayılara bakarak TBMM'nin gayrimeşru olduğunu düşünen ama bunu şimdilik yüksek sesle ilan etmeye cesaret edemeyenler ciddiye alınamaz. Devrimlerin kendi meşruiyetlerini kendilerinin yarattığı, basit bir tekerlemeden ibaret değildir!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder