19 Oca 2014

İşte hukuk devleti böyle mevta oldu

Hukuk devleti yolsuzluklara darbe vuracağına, son bir ayda ortaya çıkan yolsuzluklar hukuk devletine darbe vurmuş ve onu yok etmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti, son 11 yıllık iktidar döneminde, ne yazık ki devlet olmaktan giderek uzaklaşmaktadır. Son bir aylık gelişmeler bile güzelim Devlet’in bir “kabileye” dönüştüğünü kanıtlayan onlarca örnekle doludur. Dikkat buyrulursa “kabile devleti” bile demiyorum. Çünkü kabile düzeninde devletten söz etmek olanaksızdır. O çok farklı bir toplumsal yapılanmadır. Son bir aydır hukuk dışı yaşananların söz konusu olduğu bir ülkede devlet hızla yok edilmiş demektir.
Baştan belirtelim ki, bu yazıda yargı için söylediğimiz olumlu şeyler ya da yargı yanında yer almamız “olayına özgü”dür. Yoksa bu yolsuzlukları ortaya çıkaran ekibin Ergenekon ve Balyoz gibi düzmece davalarda oynadıkları rol kesinlikle unutulmuş değildir. Yine aynı ekibin, demokratik ve anayasal haklarını kullanmaktan başka suçları olmayan Gezi Direnişçilerine, salt AKP karşıtı oldukları için suç atmaktan çekinmediklerinin bilincinde olduğumuzun da altını çizmek isteriz.
1. YOLSUZLUK OPERASYONU
17 Aralık 2013 gününe 1. yolsuzluk operasyonuyla uyandık. 11 yıldır gayri resmi iktidar ortağı olan illegal bir dini yapılanma, iktidardaki siyasal partiye karşı, emniyet ve yargıdaki gücünü kullanarak yolsuzluk operasyonu” başlattı. Bir AKP milletvekilinin “emniyeti cemaate bağladık” sözü böylece doğrulanmış oldu.
Baskın, sabahın çok erken saatlerinde yapıldı ve gizlilik kuralına uyuldu. Ergenekon, Balyoz, Odatv gibi davalarda gizliliği ve suçsuz insanların evine seher vakti yapılan baskınları alkışlayanlar, aynı işlem kendilerine yapılınca yaralarına tuz basılmış gibi bağırmaya başladı.
Hükümet’in dört bakanı üç bakan çocuğu, bir kamu bankasının genel müdürü, bir iş adamı, “rüşvet, kara para aklama, nüfus kullanarak iş yapma ve ihaleye fesat karıştırmakla” suçlanıyorlardı. Bakan çocuklarının birinin evinde altı kasa, bir para sayma makinesi, 1.2 milyon dolar; genel müdürün evinde ayakkabı kutuları içinde 4.5 milyon dolar bulunmuştu. İş adamına, çocukları aracılığıyla bakanların yardımcı olduğu ileri sürülüyordu.
Ekonomi ve İçişleri bakanlarının tutuklanan işadamı ile “yakın ilişkide”olduğunun 8 ay önce MİT tarafından Başbakan’a rapor edildiği ortaya çıktı. (Sözcü, 07.01.2014)
Başbakan’ın önce “yedirmeyiz”, sonra “kirliler temizlenmeli” deyip istifalarını istediği bakanlardan 3’ü istifa etti. Bunlardan biri, 25 Aralık günü NTV canlı yayınında açıkladığı istifasında, “yapılanların büyük bölümü Başbakan’ın talimatıyla yapıldı, o da istifa etmeli” dedi. İstifa etmeyen 4. bakan da görevden alındı. Ne var ki haklarındaki fezleke 25 gün gecikmeli olarak Adalet Bakanlığı’na ulaştı. Bakanlıktaki inceleme hâlâ sürdürülüyor.
İki bakan çocuğu, genel müdür ve işadamı tutuklandı.
Kamu bankası genel müdürünün evinde ayakkabı kutularında bulunan 4,5 milyon dolar için pişkince açıklamalar geldi. Genel Müdür “bu para imam hatip okuluna yardım olarak bana verilmiştir” dedi. Başbakan, tutuklanan iş adamı için “yardım sever bir insandır”, para için de “imam hatip okulunun ihyası için verilmiştir” açıklamasını yaptı. Fırsatı kaçırmak istemeyen bir AKP milletvekili de, bu paranın “Uluslararası Balkan Üniversitesi” için yapılan bağış olduğunu” söyledi ve iadesini istedi. (Cumhuriyet, 26.12.2013) Milletvekili yaptığı açıklamayla Başbakan’ı ve genel müdürü ters köşeye yatırdığının ayırdında bile değildi.
İşin vahim yönüne 28 Aralık 2013 günlü Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanan Aykut Küçükkaya’nın haberinde yer verildi. Haberde, ayakkabı kutularında bulunan 4,5 milyon doların bağış olduğunu kanıtlamak için sahte makbuz basıldığı bilgisi veriliyordu. Bu bilgi geçmiş tarihli makbuz düzenleneceği anlamına geliyordu. Bu oyun Deniz Feneri davasında da oynanmıştı. Görevden alınan Deniz Feneri soruşturması savcıları, yardım makbuzlarının büyük bölümünün sahte olduğunu kanıtlamıştı.
Yorumsuz olarak bir habere daha yer vermek istiyoruz. Başbakan Erdoğan, Pakistan dönüşü uçakta gazetecilere şunları söylemişti:“Müdürün dürüstlüğünden en ufak bir şüphem yok. Olsa olsa saflığının kurbanı olmuştur… Ortada makbuz varsa o zaman kimsenin söyleyecek bir şeyi kalmaz. Eğer mevzuat itibariyle hayır sahibinin makbuzunu teslim ediyorsa, o hayır sahibi de bunun çıkışını kayıt altına aldıysa. Hayır sahibi de okul da bunu söylüyor.”
Yolsuzlukları yok sayan Başbakan ve AKP ileri gelenleri, bunları kimin ortaya çıkardığı üzerinde durup, “zamanlamaya” dikkat çektiler. Emniyetteki sıralı amirlerden, validen ve kendilerinden habersiz yapılan soruşturmayı ve operasyonu eleştirdiler. Yani yolsuzluğun üzerine gitmek için yolsuzluğu yapana haber verilmesini istiyorlardı. Soruşturmanın gizliliğini buyuran yasa kuralı onları hiç ilgilendirmiyordu. Haberleri olsaydı olay örtbas edilerek kamuoyunun duyması önlenecekti.
Üç bakanı, çocukları yolsuzluk soruşturması kapsamında olduğu için istifaya çağıran Başbakan, istifa etmediği gibi; iktidarda kalıp Devlet gücünü kullanarak “gereğini yapmaya” karar verdi.
AKP-Cemaat çatışması nedeniyle ortaya çıkarılan bu soruşturmanın devamı gelebilirdi. Başbakan hemen önlemini aldı; önce İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ndeki ilgili 5 şube müdürü görevden alındı. Ardından İl Emniyet Müdürü değiştirildi. Ardından tüm yurt düzeyinde 3 binden fazla emniyet görevlisinin yerini değiştirdiler. “Cadı avı” başlatılmış, cemaatçi olarak fişlenenler gönderilmişti.
AKP Milletvekili ve TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu,“Başbakan’ın masasında istihbarat raporu var. 42 ilde yapılacak cadı avı engellendi. Raporda 2 bin emniyetçi, akademisyen, bürokrat, hâkim, savcı, basın mensubu ve işadamının adı var” diyerek fişlemeyi itiraf etmişti. (Sözcü, 02.01.2014)
Güvendiklerini sandıkları isimleri önemli yerlere atadılar. “Güvendiklerini sandıkları” dememizin nedeni, 11 yıllık iktidarları döneminde Atatürkçü, devrimci, yurtsever kadroları tasfiye edip, yerlerine cemaatçileri getirirken de onlara güvenmiş olmalarındandır.
Adalet Bakanı operasyonun yapıldığı gün, soruşturmayı yürüten savcıları görevden almak için HSYK’yı toplantıya çağırdı. HSYK üyelerinin toplantıya gelmemeleri üzerine, nedendir bilinmez, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı devreye girdi. Başsavcı derhal soruşturma için iki yeni savcı görevlendirdi. Kararların en az iki imza ile alınması talimatını vererek, yeni savcıların, daha açık söyleyişle iktidarın istemediği işlerin yapılmasının önüne geçti.
21 Aralık 2013 günlü Resmi Gazete’de yayımlanan “Adli Kolluk Yönetmeliği” değişikliğiyle de soruşturmanın gizliliği kaldırılıp, adli kolluk için sıralı amirlere, savcılar için de başsavcıya bilgi verme zorunluluğu getirildi. Bu düzenleme Anayasa’nın erkler ayrılığı ile yargı bağımsızlığı ilkelerine ve Ceza Muhakemesi Yasası’na açıkça aykırı idi. Ama zaten, 2010 referandumu ve 2011 genel seçimlerinden sonra Anayasa askıya alınmıştı.
Kısaca soruşturmaya ve yargıya müdahale edildi.
2. YOLSUZLUK OPERASYONU
Başbakan’ın müdahalesi soruşturmayı yürüten savcıları yıldırmamıştı. Önlemlerin karşılığı olarak 25 Aralık 2013 günü 2. yolsuzluk operasyonu dalgası geldi. Soruşturmayı yürüten savcı, mahkeme kararına dayalı olarak adli kolluğa 41 kişinin gözaltına alınması talimatını verdi.
Başbakan’ın oğlu Bilal Erdoğan ve Başbakan’a çok yakın 7 işadamı gözaltı listesindeydi. Bu işadamlarının malvarlıklarına mahkemece, “üzerlerine atılı suçları işlediklerine dair kuvvetli şüphe bulunduğu” gerekçesiyle “ihtiyati tedbir” konulmuştu. (Yurt, 31.12.2013, Murat Bayar haberi) Bunlardan birinin, “Bu operasyonu durduracaksınız. Yoksa bütün bildiklerimi anlatırım” dediği ileri sürüldü. (Hikmet Çiçek, Aydınlık, 10.01.2014) 25 Aralık 2013 günü alınan ihtiyati tedbir kararı, 6 gün gecikmeyle 31 Aralık 2013 günü ilgililere ulaştırıldı. Bu 6 gün içinde milyarlarca liralık hesapların yurt dışına kaçırıldığı savlandı. (Yurt, 07.01.2014, Murat Bayar haberi)
Kolluk savcının talimatını yeni yönetmelik gereği amirlerine bildirdi. İstanbul Emniyet Müdürü operasyona izin vermedi.
Savcı bu kez jandarmaya talimat verdi. Jandarma Komutanı Başsavcıyı arayarak bilgisinin olup olmadığını sordu. Olmadığını öğrenince jandarma da mahkeme kararının ve savcılık talimatının gereğini yapmadı.
Halk TV'de 15 Ocak 2014 günü yayımlanan 'Nereye Gidiyoruz'programında konuşan gazeteci Barış Yarkadaş, Bilal Erdoğan’ın neden gözaltına alınamadığına ilişkin inanılmaz iddialarda bulundu.
Yarkadaş’ın programda dile getirdiği iddiaya göre, 25 Aralık 2013 günü İstanbul Emniyeti’ne bağlı görevli polisler gözaltına almak için Bilal Erdoğan’ın Kısıklı’daki evine geliyorlar. Ancak evin önünde görevli bulunan Başbakanlık korumaları buna izin vermiyor. Durum Başbakan’a iletiliyor. Özel Harekâtçı polisler olay yerine yetişiyor. Evin etrafında önlem alıp içeriye girilmesini önlüyorlar.
Polis’in Savcıyı bilgilendirmesi üzerine, Savcı Jandarma’dan yardım istiyor. Jandarma durumu Genelkurmay Başkanı’na bildiriyor. Genelkurmay Başkanı’ndan “operasyon yapmayın“ emri geliyor.
Ve Bilal Erdoğan gözaltına alınamıyor.
Bunun üzerine Bilal Erdoğan’a, ifade vermek üzere savcılığa gelmesi için yazılı çağrı yapılıyor. 25 Aralık 2013 günlü “Çağrı Kağıdı”nda, 2 Ocak’ta ifade vermeye gelmezse zorla getirileceği yazıyordu. Ne var ki, şüpheli 2 Ocak’ta ifade vermeye gitmedi.
“Yolsuzluğa bulaşan öz evladım olsa affetmem” diyen Başbakan, oğlunu ifade vermeye göndermedi.
8 Ocak 2014 günlü Cumhuriyet gazetesinde, zamanlaması muhteşem bir haber yer aldı. İspanya Kralı Juan Carlos’un küçük kızı Prenses Cristina, bir yolsuzluk soruşturması nedeniyle şüpheli sıfatıyla mahkemeye çağrılıyor. Kraliyet ailesi yayımladığı bildiride “yargı kararına saygı duyduğunu” açıklıyor. Kral, “Yasama da, yürütme de, yargı da benim”demiyor; “Siz benim kızımı nasıl ifadeye çağırırsınız” demiyor; yasaları ya da yargı mensuplarını değiştirmek için herhangi bir girişimde bulunmuyor; kızının ifadeye vermeye gideceğini söylüyor.
Devlet’in Kozmik Odası’na girenler de, babasının evinde kalan ve makam aracında gezen Bilal Erdoğan’ı zorla ifade vermeye götüremedi. Buna teşebbüs bile edemedi. Ergenekon ve Balyoz gibi davalarda, tutuklanacaklarını bilmelerine karşın yurda dönüp ifade veren kahramanlar da Bilâl’e örnek olamadı. Cemaat yerine AKP yargısı oluşturulunca bu ifade verme işinin gerçekleştirileceği dillendirildi.
Bu arada Bilal Erdoğan’ın Yasin El Kadı ve Usame Kutub ile görüşürken çekilmiş fotoğrafları yayımlandı. El Kadı’nın kara parasını Türkiye’de akladığı, sorunlarını çözmede Başbakan’ın yardımcı olduğuna ilişkin bilgi ve belgelerin soruşturma dosyasında bulunduğu iddia edildi. (Aydınlık, 03.01.2014, Özer Sürmeli haberi) Başbakan, önceleri “kefilim” dediği El Kadı’nın “aile dostları” olduğunu açıkladı. (Yurt, 06.01.2014)
İstanbul emniyetinde ve Adli Kolluk Yönetmeliği’nde yapılan değişiklikler semeresini vermiş; 2. yolsuzluk operasyonunda adli kolluk, yargı karar ve talimatını dinlemeyerek suç işleme pahasına iktidarı mutlu etmişti.
Başsavcı yine kendisinin haberdar edilmemesini gerekçe kullanarak, soruşturmayı başından beri yürüten savcıyı görevden aldı. Savcı da bir basın bildirisi dağıtarak, “yargının baskı altında olduğunu, mahkeme kararının uygulanmasının önlendiğini, mahkeme kararlarını uygulamayarak sıralı amirlerin suç işlediğini, şüphelilerin kaçması ve delil karartmasına imkân verildiğini” açıkladı.
TBMM Başkanvekili AKP Milletvekili Sadık Yakut, “Savcı’nın yerinde olsaydınız ne yapardınız?” sorusunu soran gazeteciye, “Ben olsaydım ebeni öperdim senin” diyerek, çok anlamlı bir yanıt verdi. (Aydınlık, 10.01.2014)
Yargı kararı ve talimatının gereğini yapmayan kolluk güçleri hakkında hiçbir işlem yapılmayınca bundan cesaret alan İstanbul İl Emniyet Müdürü, soruşturmanın gizliliğini ihlal suçlamasıyla hakkında soruşturma açılan emniyet görevlisini de ifade için göndermedi. Yani yargı kararını bir kez daha dinlemedi.
Değiştirilen savcılar eliyle 7 iş adamının malvarlığına konulan tedbir kararı ile gözaltı kararı da kaldırıldı.
Böylece, 2. yolsuzluk soruşturması, yürütmenin yargıya indirdiği bir darbe sonucu boşlukta kaldı.
Başbakan Erdoğan soruşturmaları yürüten İstanbul Başsavcı vekili hakkında ağzına geleni söyledi. “Savcı efendi… Senin belediyede nasıl iş takip ettiğini biliyoruz… Sen nasıl savcısın… Seninle görülecek hesabımız var” diyerek savcıyı tehdit etti. (Emin Çölaşan, Sözcü, 03.01.2014) Başsavcı vekilinin yurt dışında geçirdiği yaz tatili giderlerinin bir iş adamı tarafından karşılandığı savlandı.
Ergenekon ve Balyoz davalarındaki hukuksuzlukları nedeniyle yargıçlar hakkında yapılan şikâyetleri yaklaşık bir buçuk yıldır gündemine almayan HSYK, yolsuzluk olayına bakan savcılar hakkındaki şikâyeti çok hızlı biçimde değerlendirdi; İstanbul Başsavcı Vekilini tenzili rütbe ile Bakırköy adliyesinde görevlendirdi ve hakkında soruşturma başlattı.
Başsavcı vekili de, Başbakan’ın kendisine yüksek yargıda bulunmuş iki yargıcı gönderip baskı yaptığını, bu kişilerin kendisinden “Başbakandan özür dileyip soruşturmayı durdurmasını” istediklerini açıkladı.
Başsavcı vekiline Ergenekon, Balyoz, Odatv davalarındaki “kahramanlığı” (!) döneminde Başbakan tarafından gönderilen zırhlı araç geri alındı. Birkaç gün önce de koruma aracı geri çekilmişti. (Yurt, 09.01.2014)
Başsavcı vekili yargıya baskı yapılmasından dolayı Başbakan, soruşturmadan el çektirilen savcı da, talimatına karşın kolluğu harekete geçirmeyen il emniyet müdürü ile vali hakkında suç duyurusunda bulundu.
BAŞBAKAN VE HSYK
Adli Kolluk Yönetmeliği’nin değiştirilip savcının talimatı yerine getirilmeyince HSYK acil toplantı yapıp, ağır bir açıklama yayımladı. Açıklamada savcının baskı altına alındığı belirtiliyor, yargı savunuluyor ve Yönetmelik’te yapılan yeni düzenlemenin Anayasa ve yasaya açık aykırılık taşıdığı vurgulanıyordu.
Yargıya müdahale edildiğini söyleyen yalnızca HSYK değildi. TBMM Başkanı da, “Anayasa’nın 138. maddesi ölmüştür, mahkemeler bağımsız değildir” dedi. Başkan’a göre Anayasa ayaklar altına alınmış, hukuk devleti kalmamıştı.
TBMM Başkanı’na “Günaydın; yargının siyasal iktidara bağlanması için 2010’da Anayasa değişikliği yapılırken, yargı bağımsızlığının tümüyle sona ereceğini, bundan kimseye hayır gelmeyeceğini söyleyenlere tıkalı olan kulaklarınız, yargı cemaatin eline geçince mi açıldı?” demek gerek. Kuşkusuz yargıyı siyasallaştırırken onların amacı, AKP yargısının yaratılmasıydı. Oysa bunun yerine istemeden de olsa Cemaat yargısını yaratmışlardı. Yaklaşık 2,5 yıl önce yapılan proje yargıyı siyasallaştırmış, ancak AKP’lileştirememişti.
HSYK bir şey daha yaptı; aralarında İstanbul Başsavcısı, Başsavcı vekili, Bakırköy’e gönderilen Başsavcı vekili, İstanbul Emniyet Müdürü’nün de bulunduğu 9 kişi hakkında inceleme başlattı ve soruşturma izni istedi. Adalet Bakanı, İstanbul Başsavcısı, Başsavcı vekili ve İl Emniyet Müdürü hakkında izin vermeyeceğini açıkladı. (Yurt, 09.01.2014) Buna karşılık Bakırköy’de görevlendirilen Başsavcı Vekili ile iki savcı hakkında soruşturma izni verdi. İl Emniyet Müdürü’nü ise zaten HSYK soruşturamazdı. Öfkeyle kalkan kimi zaman yanlış karar alabiliyordu.
Danıştay 10. Dairesi, uygulanması durumunda geri dönüşü olmayan yola girileceği için, savunma bile almadan AKY değişikliğinin yürütmesini durdurdu.
Yani savunma alarak zaman geçirilse idi, hukuka aykırı Yönetmeliğe dayanılarak yapılan işlemlerin geri dönüşü olmayacaktı. Nitekim 2. yolsuzluk operasyonunda bunun somut örneği yaşandı. Yönetmeliğe dayanılarak adli kolluk sıralı amirleri bilgilendirdi ve operasyon engellendi. Ancak şüphelilerin bundan bilgisi olduğu için kaçan kaçtı, delil karartan kararttı. Yönetmeliğin yürütmesinin durdurulması, bu durumun geriye dönmesini sağlayamazdı. Bu tür olayların çoğalacağının bilincinde olan Danıştay, geciktirmeden yürütmeyi durdurma kararını vermişti.
Başbakan Danıştay için “Gereği yapılır, yapıldığı zaman görürsünüz”dedi. HSYK’yı, “Danıştay’ı etkilemekle” suçladı ve “Bu HSYK’yı kim yargılayacak? Öyle bir yetkim olsa anında yargılayacağım” dedi.
Bülent Arınç geride kalacak değildi ya! Oda bir açıklama yaptı ve“HSYK’nın kendi kanununu çiğneyerek yaptığı bu açıklamanın bir karşılığı olması gerekir. HSYK mahkemelere talimat vermek ve görevini çiğnemek suretiyle büyük bir hata yapmıştır. Bu hukuk dışılıkları dikkate alan hükümetimizin elbette bazı yasal çalışmalar için gereğini yapacağından kimsenin kuşkusu olmasın” dedi. (Cumhuriyet, 31.12.2013)
Oysa Danıştay kararını HSYK açıklaması yapılmadan önce vermişti. Gerçekten HSYK kararı 25 Aralık’ta alınmış, ancak karşıt oy gerekçelerinin yazılmasına olanak sağlamak üzere açıklama 26 Aralık akşamına bırakılmıştı. Danıştay ise bu açıklama yapılmadan, aynı gün çalışma saati içinde kararını vermişti. (Saygı Öztürk, Sözcü, 02.01.2014)
Kaldı ki, 18.10.2011 günlü genelgesinde HSYK’nın bu konudaki görüşü zaten belliydi. Genelgede, “Adalet Bakanı ve mülki amirler de (vali, il emniyet müdürü) dahil olmak üzere, savcılar dışında hiçbir merciin adli kolluğa emir verme yetkisi yoktur” deniliyordu. (Erdoğan Teziç, Cumhuriyet, 06.01.2014)
Ama iktidar bir kez, cemaatçileri etkisiz duruma getirmek bahanesiyle HSYK’yı kendisine bağlamaya kararlıydı.
HSYK toplantısını Başbakan’a bildirmeyen Adalet Bakanı Müsteşarı derhal görevden alındı. HSYK’yı, yargılayacak bir güç bulunamayacağı için, işlevsiz kılacak ve tüm yetkileri Adalet Bakanı’nda toplayacak bir yasa değişiklik “teklifi” hemen Meclis Başkanlığı’na sunuldu.
Önce bir parantez açarak Başbakan’ın “HSYK’yı yargılayacak bir merci yok” sözüne karşı hukuk devleti ilkesini bir kez daha anımsatalım. Belki bir gün anlatabilme mutluluğuna erişiriz. Çağdaş demokrasilerde üç erk eşit olmakla birlikte, aralarında çıkan uyuşmazlığı çözmek için son sözü söyleyecek bir güce gereksinim duyulmuş; yasama ve yürütme siyaseten taraflı ve yöneten konumunda oldukları, tüm devlet gücünü ellerinde bulundurdukları için, bağımsız yargı erkinin son sözü söylemesinin en doğru yol olacağı kabul edilmiştir. Çünkü ancak bu yolla siyasal iktidarın gücü sınırlandırılabilmekte ve diktatörlüğe dönüşmesi önlenebilmektedir. Bunu sağlayan da hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkeleridir.
Parantezi kapatıp yasa değişikliğine dönelim. Bu kadar önemli bir konunun “tasarı” değil de “teklif” halinde Meclis’e getirilmesini, hukuka saygıda sınıfta kalmış AKP tarafından yapıldığı için kimse eleştirmedi. Birçok şey gibi bu hukuk dışılığa da alışılmıştı…
Ayrıca bu teklif Anayasa’ya açık aykırılık içeriyordu. Kısaca belirtmek gerekirse, yargının bağımsız ve tarafsız olabilmesi için, yargıç ve savcıların çatı örgütü olan, mesleğe almadan başlayarak atama, yükseltme, yer değiştirme, görevlendirme gibi özlük ve disiplin işlerini yürüten HSYK’nın da yürütmeden bağımsız olması gerekmektedir.
Anayasa’nın 159. maddesinde bu bağımsızlığı sağlayıcı önlem alınmıştır. Maddenin daha ilk fıkrasında, HSYK’nın, “mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı” esaslarına göre kurulacağı ve yine bu esaslara göre görev yapacağı kurala bağlanmıştır.
Ve bir kez daha görüldü ki; eğer bir siyasal parti TBMM’de çoğunluğu tek başına elinde bulunduruyorsa, bu partide lider her şeye egemen ise, yani parti içi demokrasi yoksa ve lider “güç zehirlenmesine” uğramışsa, her istenilen alanda bir gecede anayasaya aykırı yasa çıkarılıp hukuk devleti ilkesi yok edilebiliyordu. HSYK Yasa değişikliği teklifinde de bu durum yaşandı.
Yasa’nın Anayasa’ya açık aykırılık taşıması da sonuca etkili değildi. Ana Muhalefet Parti Grubu bunu Anayasa Mahkemesi’ne götürse bile, yeni Anayasa Mahkemesi ya iptal kararı vermeyecek ya da verse bile geçen zamanda yasanın birçok kuralı uygulanıp sonuç doğurmuş olacaktır. İktidar da “AYM kararları geriye yürümez” gerekçesine sarılacaktır. Bunun için Başbakan göğsünü gere gere “Anayasa’ya aykırılık varsa muhalefet AYM’nde dava açsın” diyebilmektedir.
Bu yasanın çıkarılması yürütmenin ve onun egemenliğindeki yasamanın yargıya bir ay içinde üçüncü darbesi olacaktır. Ne demişti Başbakan“Yasama da biziz, yürütme de biziz”. Anlaşılıyor ki, bu yasadan sonra buna bir de “Yargı da biziz” söylemi eklenecektir. Ya da kısaca “Devlet biziz” söylemi duruma daha da yakışacaktır.
Bu arada önemli bir gelişme daha yaşanmıştır. 15 Ocak’ta HSYK Genel Kurulu’nu toplayan Adalet Bakanı, atama, terfi ve yer değiştirmelere bakan 1. Daire’nin üyelerini değiştirmeyi başarmıştır. HSYK bildirisinde imzası olan iki üye bu daireden alınmış, yerlerine o bildiriye muhalefet şerhi koyan iki üye atanmıştır. Dolayısıyla 1. Dairede AKP iktidarı yandaşı yargıçlar çoğunluğu ele geçirmişlerdir.
Tam, “ardından hızlı biçimde çok sayıda yargıç ve savcının yer değişikliği kararlarının beklenmesi gerekir” diye yazacakken, televizyonlarda İstanbul’da 20 savcının yerinin değiştirildiği haberi verilmeye başlandı.
AKP HSYK’da bu değişikliği yapmayı başardığına göre artık yasa değişikliğine ne gerek var diye düşünmeyin. AKP’nin, daha doğrusu RTE’nin hedefi, Adalet Bakanı aracılığıyla HSYK’ya tam anlamıyla egemen olmak, isteği dışında karar alınmasını önlemektir. Yani AKP devletine yakışan bir HSYK istenmektedir.
VARAN 3
Bu olaylar yaşanırken İzmir’den 3. yolsuzluk operasyonu haberi geldi. Limanlardaki usulsüzlükler ve rüşvet alıp vermek suçlama konularıydı. TCDD görevlileri ve iş adamları suçlanıyordu.
Savcılık 37 kişinin gözaltına alınması talimatı verdi. AKY’nin yürütmesi durdurulduğundan adli kolluk gizli çalıştı. 27 kişi gözaltına alındı. Kalan 10 kişi bulunamadı. Bunlar arasında Eski Ulaştırma Bakanı, yeni İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı adayı Binali Yıldırım’ın bacanağı da vardı. Hatta Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in ağabeyinin de adı geçiyordu.
TCDD ihalelerindeki yolsuzluk savlarına bir katkı da Sayıştay’dan geldi. Sayıştay’ca hazırlanan rapora göre, TCDD yetkilileri, toplam 571 milyon lira tutarındaki 577 ihaleden 474 milyon liralık kısmını Kamu İhale Yasası kurallarını dikkate almadan gerçekleştirmiş. (Cumhuriyet, 10.01.2014, Fırat Kozok haberi)
CHP Milletvekili Bülent Tezcan, Adalet Bakanı Müsteşarı’nın İzmir Cumhuriyet Başsavcısı’nı arayarak soruşturmanın durdurulmasını istediğini ve savcıyı tehdit ettiğini; Başsavcılığı’n durumu bir tutanakla saptayıp suç duyurusunda bulunduğunu açıkladı. (Cumhuriyet, 11.01.2014)
Operasyonun yapıldığı gün operasyonu gerçekleştiren adli kolluk amirleri görevden alındı.
Sözcü gazetesinde Necati Doğru kimi sorular yöneltiyordu. (13.01.2014) Sorularla ortaya konulan bilgi şöyleydi: Bacanak, operasyonu yürüten tüm emniyet şube müdürleri görevden alındıktan sonra teslim olmuştu. Ulusal Yargı Ağı Projesi (UYAP) sisteminin kapanması beklenerek, saat 19.30’da Adliyeye götürülmüştü. Böylece, operasyonda 14 kişinin tutuklanmasına karar veren 7. Sulh Ceza Mahkemesi yerine nöbetçi mahkemeye çıkarılması sağlandı ve serbest bırakıldı.
Bu da yürütmenin yargıya darbesine değil, yandaş yargıya örnek oluşturdu.
TIR’LATTI
Hukuka darbeyi anlatırken TIR olayına değinmemek konuyu eksik bırakacaktır.
2014 yılının ilk günü Adana kolluk gücüne (jandarma ve emniyet), İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı (İHH)’na ait bir TIR’da, Suriye’de savaşan İslami cihat militanlarına silah gönderildiğine ilişkin bir ihbar geldi.
TIR, Reyhanlı’dan Kırıkhan’a giderken durduruldu. TIR’ın içindekiler kendilerinin MİT görevlisi olduklarını, TIR’da “devlet sırrı” niteliğinde malzeme bulunduğunu, bunun için aramaya izin vermeyeceklerini bildirdiler.
Bunun üzerine Kırıkhan Cumhuriyet Başsavcısı, nöbetçi Savcısı, bölgeden sorumlu Adana Cumhuriyet Savcısı TIR’ın yanına gelip aramak isteğini ısrarlı biçimde yinelediler. Ellerinde aramaya ilişkin mahkeme kararı vardı.
Yargı kararına ve savcı talimatına karşın, tıpkı İstanbul 2. yolsuzluk operasyonunda olduğu gibi aramaya izin verilmedi. Yargı bir darbe daha aldı.
Hatay Valisi Jandarma İl Komutanına TIR’ın aranmaması konusunda emir verdi. Emir TIR’ın başındaki Jandarma İlçe Komutanına iletildi. İlçe Komutanı, olayda valinin değil savcının yetkili olduğunu belirterek emre uymayacağını söyledi. Bunun üzerine TIR’ın yanında bulunan tüm kolluk gücüne Vali’nin yazılı emri tebliğ edildi.
Yazılı tebligattan sonra jandarma ve emniyet güçleri, Kırıkhan Cumhuriyet Başsavcısı ve nöbetçi savcısı olay yerini terk etti.
Devlet’i TIR’latan TIR da zaten çoktan gözden kaybolmuştu.
Adana Cumhuriyet Savcısı ve korumaları, önce sayıları 5 olan, sonra bir anda 15’e çıkan silahlı MİT görevlileriyle baş başa kaldılar. Cumhuriyet Savcısı, “can güvenliğim kalmadı” diyerek ve bir tutanakla tüm olanları kayda geçirerek olay yerini terk etti. Tutanakta, mahkeme kararına karşın arama yapılmasına engel olunarak suç işlendiğini belirtti.
Adana’ya dönüşünde de, Hatay Valisi, İl Jandarma Komutanı, Kırıkhan Cumhuriyet Başsavcısı, emniyet yetkilileri ve MİT mensuplarından, “yargı kararını uygulamayarak görevi kötüye kullanmak, emre itaatsizlik ve tehdit” gerekçesiyle şikâyetçi oldu. (Cumhuriyet, 04.01.2014, Akın Bodur/Savaş Kürklü) “Can güvenliği kalmadığı” için görevden alınmasını istedi ve başka bir bölgenin sorumluluğu kendisine verildi. TIR’a müdahale eden polisler görevden alındı, polis amirlerinin görev yeri değiştirildi.
Toplumun tümünü geri zekalı yerine koyan İçişleri Bakanı “TIR’da Suriyeli Türkmenlere gönderilen yardım malzemesi vardı” dedi. Kuşkusuz; “Eğer TIR’da yardım malzemesi varsa, TIR neden operasyonel yetkisi bulunmayan MİT elemanlarınca korunuyordu?”, “Böyle bir malzeme neden devlet sırrı denilerek aratılmadı?” soruları yanıtsız kaldı. Zaten Suriye Türkmenleri de bize böyle bir yardım gelmedi diye açıklama yaptı.
Günler sonra, Dışişleri Bakanı, TIR’dan Başbakan’ın bilgisi olduğunu açıklayıverdi. (Yurt, Aydınlık, 12.01.2014)
Yine günler sonra Aydınlık gazetesindeki Ceyhun Bozkurt’un haberinde (12.01.2014) silahların Mersin limanına 5 ay önce geldiği, yakalanma riski nedeniyle 5 ay bekletildiği, sonra 2 TIR’a yüklendiği, TIR’lardan birinin başına yukarıda açıklanan olayın geldiği, diğerinin sınıra ulaşarak Suriye’deki cihatçı çetelere teslim edildiği yazıldı. Sonradan silahların teslim edildiği terör örgütünün El Nursa olduğu açıklandı. (Aydınlık, 16.01.2014)
Bu olay ilk değildi. Mersin ve Kilis’te 2 ayrı TIR’ın daha yakalandığı, yine benzer müdahaleler üzerine aranmadan serbest bırakıldığı savlandı. (Yurt, 03.01.2014, Ömer Ödemiş’in haberi)
Bilindiği gibi daha önce de içinde füze başlığı kapsülleri bulunan bir TIR yakalanmış, başında MİT elemanları olmadığı için aranmış; sorgulanan sürücü bunları Suriye İslami cihat militanlarına götürdüğünü itiraf etmiş; bundan başka taşımalar yapıldığını da söylemişti. Bunun üzerine operasyonel yetkisi olmamasına karşın MİT işin içine sokulmuştur. Yasaya aykırı olmasının önemi yoktur. Çünkü Başbakan Erdoğan’ın her emri yasa niteliğindedir.
Türkiye’nin Suriye’deki İslami cihat militanlarını desteklediği içte ve dışta bilinen bir olgudur. Yine bu bir ay içinde destek yalnızca silah sevkiyatıyla kalmamıştır. Dışişleri Bakanlığı’nın, Suriye’de Hıristiyan din adamlarını kaçırıp kafa kesen, Türkiye’de yaşayan ve Konya’da yakalanan bir militanın yargılanmasına izin vermediği ortaya çıkmıştır. (Cumhuriyet, 04.01.2014)
TIR’ın silah götürdüğü cihatçı çetelerin Halep’te Cuma namazına gitmeyenleri kırbaçlarken çekilmiş fotoğrafları Yurt gazetesinde yer almıştır. (05.01.2014)
TIR olayının uluslararası yansımalarını gözden kaçırmamak önemlidir. Çünkü bu olay, Türkiye’nin ve bireysel olarak Başbakan’ın, Suriye’deki muhalif terör örgütüne, başka bir anlatımla İslami cihatçı örgüte silah yardımı yaptığının en somut belgesidir. Mehmet Ali Güller’in Aydınlık’ta yazdığına göre, (04.01.2014) Türkiye Suriye’ye savaş ilan etmediği için o belge bir “savaş suçu” değil, teröre destek” belgesi olarak değerlendirilecektir. Çünkü İslami cihat örgütü, tüm dünyada terörist damgası yemiş El Kaide’den başkası değildir.
BM’den “Sınırdan geçecek tüm TIR’lar aransın” açıklaması gelmiştir. (Cumhuriyet, 04.01.2014) Kıbrıs Rum Kesimi AKEL milletvekili, olayı Avrupa Komisyonu’na taşımıştır. Suriye’nin silahsız muhalefeti olan “Suriye Ulusal Koordinasyon Kurulu” da, Türkiye’nin cihatçı terör örgütüne silah yardımını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşıyacağını açıklamıştır. (Yurt, 06.01.2014)
AKP iktidarının desteklediği Suriye’deki İslami cihat militanları öylesine güçlenmiştir ki, Irak’ın batısı ile Suriye’nin Kuzey doğusunu kapsayan alanı ele geçirip Irak Şam İslam Devleti’ni (IŞİD) kurmuşlar ve Türkiye sınırına yerleşmişlerdir. Merkez üssünün Gaziantep olduğu söylenen bu grubun Türkiye’nin başına bela olacağı günler çok yakındır.
4. OPERASYON
Nitekim bunun ayırdında olan Cumhuriyet Savcıları ve kolluk güçleri, Gaziantep, Kilis, Van, İstanbul, Kayseri ve Adana’da eş zamanlı olarak “El Kaide” operasyonu başlatmıştır. 22 kişi gözaltına alınmış; bu kapsamda Kilis İHH deposu da aranmıştır. İHH’nin Suriye’deki El Kaide’ye militan devşirmekle suçlandığı anlaşılmıştır. (Aydınlık, 16.01.2014)
Başbakan’ın her zaman desteğine sahip olan bu iki örgüte yapılan operasyon hazmedilememiş; aynı gün Kilis ve Van terörle mücadele şube müdürleri görevden alınmıştır.
SONUÇ
Yolsuzluk soruşturma ve operasyonları dış basında da geniş yankı bulmuştur. Yurt gazetesinden Yılmaz Polat’a göre pek çok gazete, dergi ve tv kanallarında yayımlanan haber ve yorumların hemen hepsi Başbakan’ın kimyasını bozacak içeriktedir. Bu haber ve yorumlarda“rüşvet, skandal, hanedan, diktatör, tek adam, entrika” gibi sözcüklere sıkça yer verilmektedir. (04.01.2014)
AKP iktidarı “suçluların telaşı” içinde, operasyonlara “Olay nedir?”, “Doğru mudur?” diye bakmamakta; “Kim yaptı?” ve “zamanlama” ile ilgilenmektedir. Çünkü AKP-Cemaat kavgasında kendisine komplo kurulduğu inancındadır ya da böyle görünmek işine gelmektedir.
Hukuk devleti ilkesi ve yargı ayaklar altındadır.
Yukarıdaki olayların bir devlette olması olanaksızdır. Peki, biz devlet miyiz, kabile mi? Devletin yok edilme süreci 11 yıldır sürmektedir. Galiba işin sonuna gelinmiştir. “Devlet benim” aşamasıdır bu. Bu nedenle 15 Ocak 2014 günlü Sözcü gazetesinin 1. sayfasında, tam sayfa olarak “Devlet’in kayıp ilanı” yayımlamıştır.
Yolsuzluğu ortaya çıkarmak yerine iktidarı kaybetmemek için devletin temelleriyle oynamaktan çekinmeyenlerin, seçimlerde neler yapabileceğini çok iyi düşünmek gerekir.

Hiç yorum yok: