Yoksa 1400
yıldır saklı kaldıkları diğer tüm hakikatlerle beraber terk mi etmeliyim,
sükûtun
dilsiz şeytanlarca korunan gayyasına?
|
Yazdıklarımı
okuyacak olanlar, biraz da ilgililerse hani bu konulara, dehşete
kapılacaklardır.
Zira Sünni
dünyada bu yazacaklarımı anmak, dinden çıkaracağı gibi, canından da eder
insanı.
|
Tehlikeli
sular…
|
Lakin Hak
namına birilerinin yazması lazım bunları, hele ki Muharrem’i yaşıyorken.
Yazacaklarımın
anlaşılması için uzun bir giriş yapmam gerekecek…
Özet bir
İslam Tarihi belki… Umarım sıkılmazsınız. Ancak yazı dizisi sonunda eminim
ki, zihinlerdeki birçok taş yerine oturacak, birçoğu da yerinden fırlayacak…
Fakat bilinmelidir ki, ışık gizlenemez,
karanlık rahatsız olsa da…
|
Güneş, gece
uykusundan olacak diye doğmaktan vazgeçmez…
|
Kerbela’yı
anlamak için önce bayağı bi gerilere gitmek gerekir… Ta İbrahim’e…
|
Üç dinin
kurucusu sayılan İbrahim peygamberin hikâyesi önemlidir.
|
Daha
çocukken sorgular… Tanrı kimdir? Veya nedir?
|
Ay,
yıldızlar ve güneş… Yaşadığı toplumda tanrı olduğuna inanılan gök cisimlerine
bakar… “
Batan bir
şey, Rab olamaz” der ve “Rab bunların hepsini var eden olmalı” sonucuna
varır.
Tanrı
varsa, olmalıysa, evrene nefes verenin ta kendisi olmalıdır. Peygamber,
kitap,
melek olmaksızın,
O’nu anlar… Görür… Bilir…
|
Çünkü “O”,
bilinmek için hiçbir dine muhtaç olmayandır…
|
Bu sebeple
gayrı hiçbir tanrı veya tanrı yardakçısı İbrahim’e engel olamaz, korkutamaz,
alıkoyamaz
hakikati haykırmasından…
|
Hakk el
yakîn…
|
Putları kırar,
ateşlere atılır… Ateşe atıldığı an Cebrail’in yardımını dahi reddeder. Sadece
“O” diyenlere nasip olabilecek olana mazhar olur.
|
O’na
İbrahim gibi güvenir ve O’nu bilirsen O, senin için de ateşi suya çevirir…
|
Mısır ve
ardından bugünkü İsrail… Ur’dan Kenan diyarına yaptığı bu yolculuk, bir
yayçizer. (Irak’tan Mısır’a) Bu yay’a Hilal bölgesi denir.
|
Kutsal
hilal… Velud hilal…
|
Çocuğu
yoktur… İbrahim yaşadığı toplumun geleneği üzere tek eşlidir ve eşi Sara
kısırdır. Ur halkının yasalarına göre, bir adam sadece eşi kısır ise ikinci
bir eş alabilir ancak, eşi çocuk yapmak amacıyla ona bir cariye verirse o
zaman evlenme hakkı ortadan kalkar. Sara kıskanç bir kadın ve İbrahim’in
başka bir kadınla evlenmesi fikrine dayanamıyor. Bu sebeple Mısır’da
firavunun kendisine hediye ettiği hizmetçilerinden Hacer’i İbrahim’e veriyor.
Böylelikle İbrahim’in evlenme hakkı da ortadan kalkmış oluyor.
|
Dikkat
ettiniz mi? İbrahim, günlük hayatında yaşadığı toplumun beşeri hukukuna
riayet ediyor. Evlenme hukuku olarak kutsal bir vahiy beklemediği gibi, pagan
bir toplum olan Ur halkının yasalarına göre hayatını idame ettiriyor.
|
Şeriat!
Şeriat! diye bağıranlara ne güzel bir örnek…
|
Hayatı
idame ettiren konularda beşeri hukuka uymak, Hz. İbrahim’in sünnetidir…
|
Hacer’in
bir oğlu olur, İsmail. Allah’ın işi bu ya! Mucizevî bir şekilde Sara da
hamile kalır. O da İshak’ı doğurur.
|
Tanrı
İbrahim’i sınamak üzere, Müslümanlara göre İsmail’i, Yahudilere göre İshak’ı
kurban etmesini istiyor… İbrahim, en sevdiği varlığını kurban etmek üzere
iken kendisine durması emrediliyor. Ve ona büyük bir kurban veriliyor…
|
Kuran’a
göre “zibhun azim”, çok büyük veya en büyük kurban…
|
İbrahim’e
verilenin, büyük bir koç olduğuna inanılır her üç dine göre…
|
O büyük
kurban, bir koç muydu? Koç ise, neden özellikle “azim” deniyor?
|
Belki
uydurma, belki değil ama muhakkak hak eden bir yorumla; Erenler derler ki, İbrahim
oğlunu boğazlayacağı sırada Allah ona seslendi; “Ey İbrahim! Oğlunu bırak,
ben senin soyundan bir evladını kurban olarak seçtim. Yemin olsun ki o,
hakikat adına verilmiş en büyük kurban olacaktır…”
|
Bahsedilen
kurban, dev gibi bir koç değil, dev gibi bir yürektir…
|
Hüseyin’dir…
|
Sara, Hacer’i
kıskanır… İbrahim’den Hacer’i ve oğlunu kovmasını ister. İbrahim, Hacer ve
oğlunu bu gün Mekke dediğimiz yere kadar getirir ve orada bırakır…
Kadın ve
çocuğu, ıssız bir vadide bırakıp dönmek nasıl bir şeydir bilinmez fakat orada
yaşamayı başarırlar…
|
İsmail’in
çocukları olur, çoğalırlar…
|
Arap
yarımadasında yaşayan kadim halka “Arab-ı Aribe” denir. İsmail’in soyundan
gelenlere ise, “arab-ı musta’ribe”, “sonradan Araplaşmış olanlar” denir.
İsmail soyundan gelenler daha sonraları Adnanî, yerel-kadim Araplar ise
Kahtanî olarak anılmışlardır. Adnan, İsmail’in soyundandır ve kendinden sonra
gelenlere adını vermiştir.
|
Hz.
Muhammed’in yaşadığı “Kureyş”liler İsmail soyundan gelirler, Adnanî’dirler.
|
Medineliler
ise Kahtanî’dirler, kadim Arap soyundan gelirler…
|
O günün
Arabistan’ında, “Arap”lık şuuru yok. Arap ulusu diye bir ulus bilinci
oluşmamış.
|
Herkes ait
olduğu kabileyle anılıyor. Bu kabileler arasında da bitimsiz savaşlar,
düşmanlıklar var. Anlayacağınız Kahtaniler ile Adnaniler birbirlerinden haz
etmeyen iki toplum.
|
Kahtaniler,
“felix Arabia”, müreffeh Arabistan denen güney Arabistan’da yaşıyorlar.
|
Ancak büyük
bir sel sonucu orası harap olunca kuzeye göç etmek zorunda kalıyorlar.
|
(Maarib
barajı yıkılınca Felix Arabia mahvolur) “Medine” denen “Yesrib”, bu göçle
gelen Arapların şehri.
|
Adnaniler,
ticaretle uğraşıyorlar… Tıpkı amca çocukları Yahudiler gibi… Daha bi
şehirliler, aristokrasi var… Edebiyat, özellikle şiir çok gelişmiş… Tüccar
olduklarından, o gün bilinen dünyadan da haberdarlar…
|
Kahtaniler
ise, tam anlamıyla bedevi özelliklere sahipler. Tarım ve hayvancılıkla
uğraşıyorlar. Sert çöl ikliminde yaşamak, karakterlerini de sertleştirmiş.
|
Patavatsızlıklarıyla
ve görgüsüz davranışlarıyla biliniyorlar…
|
Rekabet ve
düşmanlık alabildiğine…
|
Konudan
uzaklaşacağım ama önemli ve ibretlik bir olayı da anlatmadan geçemeyeceğim.
|
Fil vakası…
|
Arap
yarımadasında her din var… Necran bölgesinde Hıristiyanlar var... Zerdüştler,
muvahhid Hanifler… (Hanifler, bu günkü Deistler gibiler, Tanrıya inanıyor ve
erdemli yaşıyorlar ancak hiçbir dine inanmıyorlar) Ve paganizmin envai
çeşidi… Bir de, her nasılsa Yahudi olmuş Arap kabileler var. Mesela Medine
Yahudileri, bilinenin aksine İsrail oğullarından olmayıp, tıpkı bizim hazar
Türkleri gibi, Yahudiliği benimsemiş Arap kabileleridir…
|
Hz.
Muhammed doğmadan önce, yarımadanın güneyindeki Yahudi Araplar, Necran’lı
Hıristiyan Araplara saldırırlar. Necran’lıları katlederler. Necran’lılar da,
kendileri gibi Hıristiyan olan “Habeş Necaşisi”nden yardım isterler. (Necaşi,
Habeşlilerin krallarına verdikleri unvan) O da, fanatik, fundamental bir
Hıristiyan olan Ebrehe adlı generaline, gidip Yahudilerin hakkından gelmesi,
talimatını verir. Ebrehe, Yemen’de taş üstünde taş bırakmaz. Yahudileri siler
güney Arabistan’dan.
|
İmanlı bir
Hıristiyan olduğundan, Sana’da devasa bir kilise yaptırır. Ancak Araplar
kiliseye pek rağbet etmez. Kadim tapınakları olan Kabe’ye gitmeye devam
ederler. Bu “kâfirliğe” öfkelenen Ebrehe, her inanan din mensubu gibi
davranır. Gidip Kâbe’yi yıkmak ister. Zira orada tanrıya ortak koşuluyor, taş
ve tahtadan putlara tapılıyordur. Yürürlükte olan din Hıristiyanlık ve Ebrehe
iyi bir Hıristiyan’ın yapacağı şeye talip oluyor, “kutsal savaş”a…
|
Sonuç,
Allah belasını veriyor…
|
Ordusu da,
kendisi de helak oluyor…
|
Tanrı,
“imanlı Ebrehe”nin yıkmak istediği, putlarla dolu Kâbe’yi koruyor…
|
Kuran da,
Ebrehe’nin ordusundaki savaş fillerine atfen, Fil suresi adıyla anılan
kıssada bu olay anlatılır… Hiçbir tefsirde, bu soru sorulmaz;
|
Ebrehe
putları yıkıp, Arapları mevcut semavi din olan Hıristiyanlığa davet etmek
için sefer düzenlemişken, Allah neden onu ve ordusunu helak eder? Kâbe,
nihayetinde o zaman putlarla dolu ve insanlar Allah’a ortak koşuyorlar… Allah
neden kendi adına böyle “hayırlı” bir iş yapan adamı cezalandırdı?
|
Bu gün
Allah adına savaştığını iddia edenlere ibret olsun diyedir belki…
|
Belki de Allah
adına, herhangi bir vahiy almadığı halde, durumdan vazife çıkarıp iş
yapanlara bir cevaptır…
|
Doğrusunu O
bilir…
|
Uzun ve heveslisi olmayanı sıkacak teferruata girmeden devam ediyoruz.
Hz.
Muhammed’in doğumuna kadar ilerleyelim…
|
Dedesi Abdulmuttalib…
|
İslam tarihçileri Abdulmuttalib’e toz
kondurmazlar. Biz de konduracak değiliz fakat Fil vakasının kahramanı,
peygamberin isim babası ve hamisi, erdem ve hikmet sahibi Abdulmuttalib’in,
kendi çocuklarından birine neden “Abdul-uzza” (Uzza’nın kulu) adını verdiğini
sormak zorundayız. Uzza, Mekkelilerin ulu tanrılarından biri. Lat, Menat,
Uzza ve Hubel bu putların/tanrıların en bilinenleri ve meşhurları…
Abdulmuttalib, oğullarından birine, daha sonra Ebu Leheb diye anılacak olan
ve Kuran’da lanetlenen oğluna, neden Uzza’nın kulu ismini verdi?
|
İslam
tarihçileri Abdulmuttalib’in pagan olduğunu söylemediği gibi, oğluna nasıl
olup ta bir putun ismini verdiği sorusunu da sormaz…
|
Bin soru
sorabilir, bin sayfa yazabiliriz…
|
Ve fakat Abdulmuttalib
gerçekten de asil, vakur, mümin, erdem ve hikmet sahibi bir insan…
|
Geçiyoruz…
Kerbela beklemez…
|
Hz.
Muhammed’in doğumuna ilişkin bir dolu mucizeler anlatılır. Mevlit bu
mucizeleri anlatan en güzel manzumlardandır.
|
Doğduğu
gece göller batar, Mecusilerin ateşleri söner, Kâbe’deki putlar devrilir vs.
Sürekli üzerinde bir bulut gezer, eli değdiği yer neşv-ü nema bulur…
|
Peki,
böyle bir çocuk büyüdüğünde “ben peygamberim” dese kim şaşırır? Kimsenin
şaşırmaması gerekir, hatta “bu çocuk doğduğu andan itibaren mucizelerle
yaşadı, belliydi sonunda kutsal biri olacağı” denirdi onun için… Oysa hiç de
öyle olmadı. Hz. Muhammed peygamberliğini açıkladığında herkes, “hadi canım,
Muhammed mi?” diye hayrete kapılmışlardı. Kimse ondan böyle bir şey
beklemiyordu. Belki de, ilk dönem İslam tarihi yazıcıları, İsa’nın mucizevî
hayatına kendilerini biraz fazla kaptırmışlardı ve -sanki gerekliymiş gibi-
ona yaldızlı bir CV hazırlama gereği duymuşlardı…
|
Kim bilir?
|
Bir de
meşhur bir Bahira meselesi var… Tüm müsteşriklerin üzerine atladığı bir
uydurma bu da…
|
Efendim
peygamber çocukken amcası ile Şam’a sefere çıkmış. Yolda bir Nasturi eren onu
ve alametlerini görmüş ve amcasına, “bu çocuğu Şam’a götürmeyin, orada çok
Yahudi var, bu alametleri fark ederler ve ona zarar verirler” demiş. Amcası
da (Ebu Talib) mallarını oracıkta satıp gerisin geriye Mekke’ye dönmüş… Sanki
Yahudiler, her yerde öldürmek üzere peygamber arayan ortaçağ sniper’ları…
Ayrıca Mekke’den Şam’a varasıya kadar elli yerde Yahudiler var, Medine de,
Hayber’de… Her şehirde, her kasabada var olan Yahudiler fark edememişler de,
sadece Şam Yahudileri mi fark edeceklermiş? Bir de, Hz. Muhammed geçimini
ticaretle sağlayan biri ve defalarca Hatice’nin mallarını kervanlarla taşıdığını
biliyoruz. Tüm bu seferleri boyunca hiçbir Yahudi peygamber avcısına denk
gelmedi mi? Bu arada, neden bu Bahira olayı erken dönemlerde hiç anılmazken,
daha ziyade Hıristiyanlarla Müslümanların cebelleşmek zorunda kaldıkları,
Hicri 200’lerden sonraki kaynaklarda geçer?
|
Hz.
Muhammed bir tacirdi… Yani sürekli seyahat eden ve sürekli farklı dinler,
kültürler ile temas halinde olan biriydi. Elbette onları ve inançlarını
tanıyordu. Ancak Bahira olayı tam da, tartışmada sıkışıldığı an sıkılan bir
kurşuna benziyor…
|
Peygamberin
Ümmi oluşu meselesine gelince; Ümmi, semavi din formasyonu almamış kişilere
verilen addır. Kuran Arapçasına bakıldığında, ehl-i kitap ulemasının kimlere
ümmi dedikleri irdelenirse, Muhammed’e neden ve nasıl ümmi dendiği de anlaşılır.
Bir semavi dinin rahle-i tedrisinden geçmemiş olmaktır ümmi olmak, yoksa
okuma yazma bilmeme değil… Zira okuryazar olmayan biri yıllarca nasıl ticaret
yapar? Onca hesabı, senedi nasıl tutar? Ticaret yapıyor, din kuruyor, koca
Kuranı ezberliyor ama 28 harfi öğrenemiyor… Çelişkinin dibi…
|
Pak ve
erdemli bir genç… O kadar ki, Mekkelilerin yozlaşmış hayatları onu ve bir
grup genci rahatsız ediyor…
|
Seyahatleri
sırasında dünyayı tanıma fırsatı bulan bu nesil, yaşadıkları toplumu ve bu
toplumun ahlaksızca işledikleri zulümleri düzeltme yolları arıyorlar. “Hılful
fudul” (erdemliler hareketi) adında bir teşkilat kuruyorlar ve Mekke’de zulme
uğrayan kim varsa haklarını almaya yemin ediyorlar… Bu cemiyetin/kardeşliğin
mensupları ve sonrasında ne olduğuna ilişkin tatmin edici bir cevap
bulamazsınız kaynaklarda. Neden? Peygamber olan bir kişinin, daha vahiy
almaya başlamadığı yıllarda hakkı tutan ve haykıran biri olması teolojik
açıdan hangi mahsurları barındırır? O gün yemin ettiği gençlerden
hangisi/hangileri daha sonraları İslam’ın en önemli isimleri oldular? Hılful
fudul mensupları yazılırken, peygamberin kadim dostları neden anılmadılar?
Anılsalar ne olurdu?
|
Komplocular
iş başına…
|
Hılful
fudul önemlidir… Ebu Bekir’in şak diye Müslüman olmasının veya Ebu Cehil
gibilerin inatla Muhammed’e düşmanlık yapmalarının nedenleri anlaşılacaksa,
Hılful Fudul’un deşifre edilmesi ile mümkün olacaktır. Ta Hüseyin ile dönemin
Emevileri arasındaki mücadeleye varıncaya kadar… (İleride daha kapsamlı bir
şekilde anlatırız.)
|
Sonra
inziva dönemi…
|
Mağarada
derin sorgulamalar…
|
İslam
tarihçileri, Hz. Muhammed’in mağarada (Hira) ibadet ettiklerini söylerler… Ne
ibadeti? Hangi ritüeller? Burada kastettikleri bildiğimiz ibadetlerse, bu
mümkün değil. Çünkü orada yaptığı ibadetlere ilişkin bir rivayet yok. Eğer
ibadetten kasıt, sorgulama ve düşünme ise, o zaman da ibadet denen
uygulamaların tamamı gözden geçirilmeye muhtaç kalır ki, maazallah… Hiçbir
Ortodoks dinci, düşünmenin ibadet olduğu hakikatini kabul etmez/edemez…
|
Ederlerse
ortada kendi anladıkları manada din diye bir şey kalmaz. O halde Hz. Muhammed
40 yaşına kadar Hira mağarasına çekilip ne yapıyordu?
|
Zulümleri
hazmedemeyen tertemiz bir genç… Örgütlenme çabaları sekteye uğramış besbelli…
Ve ıssız bir mağaraya çekilip bir şeyler yapıyor…
|
Her ne
yapıyorduysa, her ne soruyorduysa, her ne düşünüyorduysa bilemiyoruz ancak
cevabını Allahtan başkasının veremeyeceği şeyler olmalı ki, sonunda Allah
onunla konuştu…
|
Doğru
soruyu, doğru şekilde sormayı becerebilirsen, ibadetin nasıl olduğunu
öğrenmeye çalıştığın kadar, ne olduğunu anlamaya çalışırsan, sıyrılarak saf
bir gönül ile O’na âşık olursan, frekansı yakalarsan…
|
Allah sana
da cevap verir…
|
Zikir
nedir? O zaman anlarsın…
|
Ve bir
bakarsın ki, doğudan batıya her yanı kuşatan, sana da “Oku” diyor…
|
“Oku… Yaradan Rabbin adıyla… Ki O, insanı bir kan pıhtısından yarattı… Oku,
“Oku…
Yaradan Rabbin adıyla… Ki O, insanı bir kan pıhtısından yarattı… Oku, Rabbin
kerem sahibidir ki, insana kalemle yazmayı öğretti…
|
İlk vahiy…
|
Evine
koşar… Paniklemiştir… Ne olduğunu anlamak için önce sakinleşmesi gerektiğini
söyler eşi Hatice… Beraberce yaşlı, bilge Varaka’ya gidip danışmalarının
doğru olacağına karar verirler. Varaka, Hatice’nin amcasıdır ve
Hıristiyan’dır… Varaka Hz.
|
Muhammed’e,
beklenen son peygamber olduğunu söyler… Ve adı bir daha, hiçbir yerde
|
geçmez…
|
Varaka
kimdi? Hz. Muhammed’in peygamberliğine noterlik yapan bu kişi, Müslüman oldu
mu? Oldu ise adı neden ilk Müslümanlar arasında yok? Müslüman olmadı ise,
beklenen son peygamberi gören ve tanıyan biri, niçin ona iman etmez? Başka
Hıristiyanlar var mıydı Hatice’nin ailesinde veya Mekke’de? Bu ve benzeri
sorulara tatmin edici bir tek cevap bulamazsınız kaynaklarda… Geçelim…
|
Zorlu bir
süreç…
|
Aşağılamalar…
Alay etmeler… Taciz ve işkenceler…
|
Çoğunluğu
garibanlar olmak üzere, bir avuç insan inanır Muhammed’in Tanrı elçisi
olduğuna… Bazı kimseler inanmazlar fakat düşmanlık ta etmezler. Ama öyleleri
vardır ki, kendilerini Muhammed’i ve fikirlerini yok etmeye adarlar… Ebu
cehil, Ebu Süfyan, Ebu Leheb başta olmak üzere Mekke’nin efendileri…
|
Hanifler
içerisinden, yani tek tanrıya inanan İbrahim’in dini üzere olanlardan,
bazıları Muhammed’e iman ederler Ebu Zer gibi, bazıları ise hiç iman etmez…
Onlar hakkında ne Kuran’da, ne Hadislerde tek kelime kötü söz de
göremezsiniz… Kâfir denmez Haniflere… Hani Hz. Muhammed’e inanmayan kâfirdi?
Hanifler hiçbir semavi dine tâbi değiller, bu dinlere ait ritüelleri de
yapmıyorlar. Sadece bir olana inanıp, erdemli yaşıyorlar. Ve peygamber
onların cennet ehli olduklarını söylüyor…
|
Yeri
gelmişken, Mekkeli efendiler “Muhammed’e neden düşman oldular?” sorusu
gündeme geliyor. İslam uleması çoğunlukla, “Allah’tan başka ilah yoktur”
dediği için, cevabını verirler. Yani putları inkâr ettiği için Muhammed’e
düşman olduklarını söylerler.
|
Oysa daha
önce de belirttiğimiz gibi, Mekke’de putları inkâr eden birçok zümre var.
|
Onlara
değil de, neden Muhammed’e bu düşmanlık?
|
Çünkü
sisteme çomak sokuyor pak Muhammed… Zulmü reddediyor, köle ile efendi diz
dize oturuyor meclisinde, kişinin sahip olduğu her şeyi başkalarıyla paylaşması
gerektiğini vazediyor… Bize basit gelebilir ama o günün iktidarları için bu
söylem, gerçek bir deprem niteliğindedir. Bu sebeple, Mekke’nin kutsiyetinden
istifade edip zenginleşenler, kendi düzenlerini altüst edecek bu öğretiye
düşman oluyorlar. Meselenin aslı “tek tanrı” inancı değil, kurulu saadet
zincirinin kırılması korkusu… Mekke’nin efendileri, yıllar öncesi Hılful
Fudul yeminleşmesi ile yaka yakaya geldikleri idealistlerle, yeniden
hesaplaşmak zorunda kalmışlardı. Ama tek farkla… Bu kez savaşacakları sadece
Kureyş’in önemli aileleri değildi… Bir de Tanrı katılmıştı düşmanları
arasına…
|
İşleri
zordu… Hırçınlıklarının asıl sebebi, çaresizlikleriydi aslında…
|
Bu
çaresizlikten olacak ki ona gelip, amiyane tabirle, “senin derdin ne?” diye sordular…
|
Para, güç,
kadın… Ne istiyorsun birader? Cevap tam da pak Muhammed’e yaraşır bir şekilde
geldi; “Bir omzuma Ay’ı, diğerine Güneş’i koysanız da ben yolumdan
dönmem/dönemem”…
|
Yoluna
devam eder… Ona katılanlar genelde güçsüz olanlar fakat nüfuzlu kişiler de
var…
|
Mesela
Ömer…
|
Hz.
Ömer’in Müslüman olması da ilginçtir. Ömer, Arap kabilelerinin siyasi
ilişkilerini en iyi bilenlerden biri. Kim kimle düşman, kim kimle akraba?
Genellikle kan davalarını uzlaştırma heyetlerinde elçilik yapan, saygın bir
isim. Arap siyasi dehalarından biri…
|
Muhammed’i
öldürmek üzere gelir ama Müslüman olur… Nasıl yani? Evet, Ömer gibi zeki ve
akıllı birini, öldürmek üzere geldiği bir kişiye iman ettiren ne idi?
Kaynaklar, Taha suresini dinledi ve etkilendi derler… Bence bu çok kolay bir
cevap… Ömer ki, Müslüman olunca, artık gizlenme ihtiyacı duymuyor bir avuç
mümin… O kadar öz güvenle doluyorlar ki Muhammed’e inananlar, Kâbe’ye
yürüyorlar… Ve Mekke önderleri dehşet içinde… Böyle önemli birini kim, nasıl
ikna etti? Belki de Ömer’e bir şey fısıldandı, o gün için hayal gibi görünen
bir şey… Bir ülkü…
|
Acı dolu
günler sürmektedir… Hatice, yani gariban Müslümanların neredeyse tek
finansörü, peygamberin hem hayat arkadaşı, hem yâri, hem yoldaşı, vefat eder…
Tüm serveti tükenmiştir bu mücadelede… Ve Ebu Talib… Peygamberin amcası ve
hamisi,
|
Ali’nin
babası… O da vefat etmiştir.
|
Ehl-i
sünnet uleması utanmadan ve sıkılmadan Ebu Talib’e kâfir derler… Yıllarca
Müslümanları nüfuzuyla her türlü saldırıdan koruyan Ebu Talib kâfirse, “kim
|
Müslüman’dır?”
diye sormak lazım bu zavallılara… Yezid’in sofrasında kemik sıyıranlar,
elbette Ali’nin babasını kâfir ilan edeceklerdir… Zira tabaklarını
yaladıkları efendilerinin tamamı ve onların babaları kâfirdiler… Ali ile
zalimlerin neseplerini eşitlemenin en ucuz yolu buydu ve yaptılar… Nesep, o
günün Arapları için çok önemli… Aynı “Yezitçi” kaynaklar, Hatice’nin de
peygamberle evlendiğinde, 40 yaşında bir dul olduğu iftirasını atarlar. Bu
nasıl bir kırk yaşsa, 6 çocuk doğuruyor evlendikten sonra... Ve aralarında en
az ikişer-üçer yıl var… Hani biraz daha zorlasalar, yeni bir “Sara”mız
olacaktı neredeyse.
|
Fatıma’nın
annesine 40 yaşında ve dul demek, bu günün insanları için bir şey ifade
etmese de, o günün Arap kafasında çok şey ifade eder… Tüm bu düzmece
haberler, Hüseyin’in ve “Ehli Beyt”in şeceresini, dolaylı da olsa, tahfif
içindir.
|
(Bir
parantez… Bunları şu yüzden belirtiyorum; İlerledikçe göreceksiniz ki,
Yezitçi kafa, kendi meşruiyeti adına, hemen hemen her muktedir gibi, bir
tarih inşasında bulunmuş ve özellikle Sünni İslam, bu yazdırılmış tarihe iman
etmiştir. Bu yezitçi tarih yazıcıları, kendilerine verilen emirler
doğrultusunda, alelacele diğer semavi/beşeri öğretilerden kopyalama yoluna
gitmiş ve çelişkileri göz ardı etmişlerdir. Ancak bu çelişkiler, tarih ile
sınırlı kalmamış, söz konusu tarih ve o tarihte yer alan kişiler, aynı
zamanda dinin de temelinde yer alan şahsiyetler olduğundan, onlar adına
atılan iftiralar ve söylenen yalanlar, dinin içerisinde de itikadi ve ameli
sapmalara yol açmıştır. Ve ortaya bambaşka bir din anlayışının çıkmasına
sebep olmuştur ki, bu dinin pak Muhammed ve öğretisiyle bir alakası
kalmamıştır. Şia olduğumu sanmayın… Bu günkü anlamıyla Şia da, bu manada pek
farklı değildir. Onlara da geleceğiz ileride. Bu durumun tek bir adı vardır…
|
“TAHRİF”.
|
Bir an
Yezid gibi düşünün… Babanız Ali’ye, dedeniz Muhammed’e düşman… Nineniz Hz.
Hamza’nın ciğerini yemiş olan Hind… Rakibiniz ise Hüseyin… Onun babası
Allah’ın aslanı Ali, annesi mümin kadınların en hayırlısı Kevser Fatıma…
Dedesi Muhammed…
|
Araplar
için nesebin hayati olduğu da göz önüne alınacak olursa, Yezid’in şansı var
mı?
|
İşte,
şeytani zekâ burada devreye giriyor, “Canım! Ali’nin babası da kâfirdi,
Fatıma’nın
|
annesi de
40 yaşında bir el artığı idi” demek suretiyle kendi nesebindeki, o günün
Araplarınca bariz hastalıkları, bir nebze olsun kapatmaya çalışıyor. Maalesef
başarılı da oluyor… Peygamber ve ailesinin kadim düşmanları, peygamberin
vefatından 30 yıl sonra onun halifesi oluyor… Ne acıdır ki, Mekke’nin zalim
efendileri, 30 yıllık bir “fetret”ten sonra, tekrar iktidara sahip oluyorlar…
Dünün pagan efendileri, bu kez İslam’ın halifeleri oluveriyorlar… )
|
Habeşistan’a
hicret…
|
İşkencelere
dayanamayan garibanların, Habeş kıralı Necaşi’den sığınma talepleri olumlu
karşılanır. Ancak gelin görün ki, buraya hicret edenlerden bazıları din
değiştirip Hıristiyan olurlar… O zamandan günümüze dek Müslümanların,
Hıristiyanlık propagandası karşısında, sürekli teyakkuzda olduklarını
görürsünüz… Mısır’ın Ömer zamanında fethinden, Türklerin Anadolu’ya
girişlerine kadar… Hıristiyan misyonerler, özellikle yeni Müslümanlar için
hep tehdit unsuru olarak görülmüşlerdir… Elan misyonerlik faaliyetlerine
karşı da bu tavır devam etmektedir.
|
Derler ki,
Necaşi öldüğünde peygamber onun cenaze namazını kıldı. Necaşi’nin Müslüman
olduğuna dair bir delilimiz yok ama erdemli ve adil biri olduğunu biliyoruz.
|
Peygamber
ile bu günkü Müslümanların “insan”a bakışı arasındaki uçurumu gözler önüne
seren diğer bir örnek de budur… Peygamber, adil ve erdem sahibi birine, hangi
dinden olduğuna bakmaksızın Mümin muamelesi yapıyor…
|
Medine’ye
hicret…
|
Peygamber
Medine’ye bir elçi gönderir, öğretisini anlatması için… (Musab b. Umeyr) Bir
yıl içerisinde Onlarca Medineli Müslüman oluverir… İlginç! Hz. Muhammed 13
yıl boyu kendi kabilesine vazeder ve ancak yetmiş kadar kişi kendisine
inanır, oysa Musab adlı genç, bir yılda bu sayıyı yakalar neredeyse. Musab’ın
yeteneği miydi bu, yoksa Medinelilerin imana olan aşkları mı bilinmez ama
bildiğimiz bir şey var ki, Mekke ile Medineli kabileler arasında bitimsiz bir
rekabet, kan davası ve düşmanlık vardı. Daha önce dediğimiz gibi, Mekkeliler
Kureyş kabilesinden yani Adnaniydiler, Medineliler ise Kahtaniydiler.
Medinelilerin, Mekke’nin düşman olduğu bir görüşe kulak vermeleri ve onları
himaye etmeleri sanırım insana dair en eski davranış şekillerinden biri…
|
“Düşmanımın
düşmanı, benim dostumdur…”
|
Hz.
Muhammed’e inananlar birer ikişer, gizli ve açık şekilde yeni Müslüman olan
ve kendilerini davet eden Medine’ye hicret etmeye başlamışlardı. Hz. Muhammed
ise hâlâ Mekke’deydi. Medine, Mekke’nin Şam ticaret yolu üzerindeki en önemli
duraktı.
|
Muhammed
Medine’ye giderse ve orada güçlenirse, bu durum Kureyş’in boğazına ilmek
geçirmekten farksız olacak, gayrı Mekke’nin ticaret yapması imkânsız hale
gelecekti. Bu nedenle Mekke efendileri, aralarında anlaşıp Muhammed’i
öldürmeye karar verdiler…
|
Hz.
Muhammed ise gizlice Mekke’den ayrılır. Ayrıldığı fark edilmesin diye evinde
birinin kalmasını ister. Bu kişi peygamberin yatağında yatacak ve
suikastçılarla yüzleşecekti…
|
Cesur ve
fedakâr biri olmalıydı… Canını seve seve verebilecek biri… “Deli” cesaretine
sahip bir Aslan olmalıydı…
|
O gün
yaşayanlar arasında bir tek Aslan vardı…
|
Ve ona Ali
diyorlardı…
|
Suikastçılar eve daldıklarında, Muhammed’in yatağında yatanın Ali olduğunu
fark ederler… Delirmişlerdir.
Muhammed’i
ellerinden kaçırmışlardır…
|
Mekkeliler
için her şeyin kaybedildiği gün, o gündü aslında…
|
O öfkeyle
saldırırlar… Müslümanlardan kalan ne varsa yağmalarlar… Şam pazarında satmak
üzere bir kervan oluştururlar… Kervanın başındaki ise Yezidin dedesi Muaviye’dir.
Dikkat ederseniz, efendilerin tipik davranışıdır bu.
|
Musluğun
başını kimseye bırakmazlar…
|
Peygamber
coşku ile karşılanır Medine’de… Bazıları ona inanır, bazıları ise inanır gibi
yapar. Bunlara Münafık deniyor.
|
İlginçtir!
İslam tarihlerinde münafıkların ismi geçmez. “İbni Selul” ve arkadaşları
denir hep. Neden? Kimlerdir bu münafıklar? Yüzlerce ayette münafıklardan söz
edilir ancak bilinen tek bir münafık var. Onca ayet bir kişi için gelmiş
olamaz değil mi? Geçelim…
|
Medine’de
paylaşım esaslı bir düzen kurulur. Herkes her şeyini olmayanlarla paylaşır,
“yârin yanağı” dâhil…
|
Medine’de
Kahtani Araplar dışında, Yahudiler de vardır. Onlarla da bir antlaşma
yapılır, “Medine Vesikası”. Her iki taraf için de adil görünen bu antlaşma
çok uzun sürmeyecek, insana dair hırslar ve iktidarı ele geçirme tutkusu,
Medine Vesikasının delinmesine sebep olacak ve bu delinmenin bedelini
Yahudiler, hem de çok ağır bir biçimde ödeyeceklerdir.
|
Yerleşik
ve düzenli bir hayat kurulmaya başlanınca “şeriat”, yani hukuk elzem hale
gelmiştir. Ancak bu hukuk sistemi, Ortadünya örfü, Yahudi şeriatı ve Arap
geleneğinden başka bir şey değildir. Elbette birkaç önemli dokunuş vardır
fakat genel çerçeveyi belirleyen yukarıda saydığımız çizgilerdir. Zaten
Kuranın özü, beşeri hayatı tanzim eden hususlarda, günün şartları
muvacehesinde yeni kanunlar veya içtihatlar yapılmasına karşı değildir.
İbrahim örneğinde bunu açıkça görmüştük. İbrahim, evlilik hukukunda vahiy
beklememiş, geldiği toplumun ananesine göre davranmıştır. Ancak dinler
kurumsal bir yapıya bürünmeleri ile beraber, hayatın her alanını kontrol
altında tutmak istediklerinden, her fiile bir uygulama biçimi getirmişler ve
bunun Tanrının arzusu olduğu yalanını, utanmadan atmışlardır. Dolayısıyla
ortaya nasıl yemek yiyeceğinizden, eşinizle olan münasebetinize varıncaya
kadar koskocaman bir hukuk sistemi çıkmıştır. Bu yığınla hukuku, bir de Tanrı
sözleriyle mühürlediniz mi, alın size engizisyonun sorgulanamaz yasaları… Din
sınıfının karşı konulamaz gücü… Kast’ın olmazsa olmazı…
|
Medine’ye
adalet hâkimdir… Dini hayat, biline gelen şekliyle devam etmektedir. Tek
fark, Arapların düne kadar putları da kattıkları ibadetlerinden, artık onları
çıkarmış olmaları… Yani düne kadar putlara kılınan namazlar, artık sadece tek
olan Allah’a kılınacaktı. Namaz dediğimiz ritüel, Arapların Tanrıları için
yapa geldikleri bir ritüeldi ve Muhammed onlara, gayrı sadece bu ritüeli
Allah’a yapmaları gerektiğini vazetmişti. Oruç, Hac, Kurban… Tamamı Arap ve
Ortadünya geleneğinde var olan ritüellerdi. Muhammed ile beraber Mabud, tek’e
indirgenmiş oldu.
|
Soru:
“Şayet o günkü Araplar, ibadet amacıyla rükû ve secde yerine, Kâbe’ye doğru
yüzükoyun yatıyor olsalardı, bu gün kıldığımız namaz nasıl olurdu?” veya
“Asıl olan namazın şekli midir? Yoksa namazın neyi hedeflediği midir?” “Arap
örfüne yabancı biri, Arap geleneğindeki bir uygulamayla, namazın hedeflediği
“öz”ü yakalayabilir mi?” “Namazın hedefini başka başka şekillerle
gerçekleştiren biri ibadet etmiş olmaz mı?”
|
Umarız ki,
Hak Erenlerin neden camiye gitmediklerini veya Sünnilerin kıldığı gibi namaz
kılmadıklarını anlayamayan yobaz taifesi bu soruları düşünürler…
|
Namazın ne
olduğuna ilişkin Erenler şöyle bir anekdot anlatırlar; Bir keresinde, Ali’nin
topuğuna bir ok saplanır, oku çıkarmak gerekmektedir. Canı çok yanar ve der
ki, “Durun! Namaza durayım da öyle çekin oku…”
|
Muhammed,
örf ve gelenekler üzerinde düzenlemeler yapar… Mahsurlu olmayanlara dokunmaz,
sapkınca bulduklarını kaldırır. Dini hayatla ilgili bir sıkıntı yoktur…
Sıkıntı içtimai ve ekonomik olanla ilgilidir. Zekât gibi… Her zenginin
malında yoksulun hakkı olduğunu söylemesi, bırakın o günün dünyasını, bu
günün insanları için dahi kabul edilemez bir şeydir. Kabul edilemez
olup-olmadığını anlamak istiyorsanız, bu günün ulemasının zekât ile ilgili
ayetleri ve peygamberin uygulamalarını nasıl eğip büktüklerine, nasıl evirip
çevirdiklerine bakın. O zaman, asla zengin yaşamaması gerekenlerin, lüks ve
şatafat içerisinde bir hayatları olmasına rağmen, nasıl olup da, aynı zamanda
kendilerini Müslüman zannettiklerini anlarmış olursunuz.
|
İslam
tarihleri, entelektüel anlamda ilkokul seviyesinde kabul etmemiz gereken o
günkü Arapların, üniversite seviyesinde olan kadim Ortadünya medeniyetleriyle
karıştığı dönemde yazılmış olması sebebiyle, onların rivayetlerinde sık sık
kullandıkları süsleme sanatlarını da olduğu gibi almışlardır. Mucizeler,
Tanrısal müdahaleler, insanüstü insanlar…
|
Savaşlar…
|
Özellikle
günümüz İslam tarihçilerinin, 7. Yüzyıl değerlerini, 21. Yüzyıl değerleriyle
uzlaştırma çabalarının en açık örneklerini, Muhammed’in savaşları hakkında
yazdıklarında görürsünüz. Çelişkiler içerisinde boğuşmalarının,
çırpınmalarının, aciz kalmalarının temelinde, bu “uyarlama kaygıları” yatar.
Savaş hukuku, kölelik-cariyelik, ganimet, yağma hakkı vs… Tüm bu konularda
çuvallamalarının sebebi, sanki gerek varmış gibi, günümüzün değerleriyle
bağdaşmayan uygulamaları zemzemle yıkama gayretleridir.
|
“Peygamber
herhangi birini öldürdü mü veya bu konuda emir verdi mi?” “Köle veya cariyesi
var mıydı?”
|
“Yenilenlerin
malları yağmalandı mı?” “Bir peygamber nasıl böyle davranır?”
|
Evirmeler-çevirmeler,
kıvranmalar... Komik cevaplar…
|
Muhammedi
insan olmaktan çıkarır, bir de sosyoloji, tarih gibi bilimlerden bihaber
kalırsanız, komik duruma düşmeniz çok normaldir…
|
Erenler
derler ki; Allah adına, peygamber adına, yüceltme niyetiyle dahi olsa, bir
şeyleri saptırır, eğip-büker, eklemeler yaparsanız, bedelini en ağır şekilde
ödersiniz… Hem de niyetinizin tam aksi yönünde…
|
Muhammed
de bir insandı ve 7. Yüzyıl insanıydı… O gün hayat nasıl akıp gidiyorduysa,
moda ne idiyse, insanlar yemeklerini nasıl yiyor, ulaşımda hangi vasıtaları
kullanıyorlardıysa, o da aynını yaptı. Herkesin kölesi varken, onun da vardı…
Savaşta yenilene ne yapılıyorduysa, o da aynını yapıyordu… Bir farkla…
Muhammed tüm bunları yaparken zalimce değil de, o günün insanına örnek olacak
en adil ve merhametli şekliyle yapıyordu. Erdem ve hikmet sahibi birinden
fazlası da beklenemez zaten…
|
Mesela,
işçi olmak bu günün dünyasında bir realitedir. Ama bu uygulamayı
olabildiğince adil hale getirip-getirmemek işverenle alakalı bir durumdur.
Kimi, çalışanına zulmeder, sigortasından çalar, hak ettiğini ödemez. Kimi,
sadece ödemekle yükümlü olduğu asgari ücreti öder ve gerisine karışmaz. Kimi
de işçisine kârdan ek ödeme yapar, daha müsamahakâr davranır, şartlarını
iyileştirme yoluna gider. Ancak hiç kimse işçi sınıfını ortadan kaldırmayı
düşünmez.
|
O gün için
savaşta teslim olan her insan, hayatını bir köle olarak devam ettireceğini
kabul ederek teslim oluyordu.
|
Esir
pazarında satılıyor ve kendisini satın alan adama hizmet ediyordu. Bu
uygulama dünyanın her yerinde hemen hemen aynıydı. Muhammed bu ve benzeri
uygulamalarda insani dokunuşlar yapmıştır. “Kölene yediğinden yedirecek,
giydiğinden giydirecek ve uyuduğun yerde uyumasını sağlayacaksın.” İnanın, o
günün şartları içerisinde bu, Marks’ın komününden bile daha büyük bir devrimdi.
Muhammed’den bundan fazlasını beklemek, tersi yönde, dincilerin yaptığı şeyle
aynıdır. Ondan, bir insanın yapamayacağı şeyleri beklemek, onu insanüstü
görmek demek olur ki, bu da, din adamlarının düştükleri yanılgıya
kapıldığımızın göstergesi olu
|
Bedir-Uhut-Hendek…
Müşrik Araplarla ardı ardına savaşlar… Zaferler, yenilgiler, ihanetler… Ancak
her geçen gün karşı konulamaz bir yükseliş… Müşrik Araplarda umutsuzluk ve
yeis…
|
Müşrik
Araplar içerisinde tipolojisine değinmeden geçemeyeceğimiz biri var. Amr b.
Hişam… Namı diğer Ebu Cehil… Ebu Cehil, Muhammed ile akran. Muhammed ve
Hılful Fudul kardeşliğinin tahsilât yaptıkları biri, yani o günden beri
Muhammed’e kin besliyor. Mekke’nin beş önderinden biri… Zenginlik, güç ve
unvan sahibi... Hatta Muhammed’in, onu kazanmak istediğine dair rivayetler
var. Öldürüldüğü Bedir savaşı öncesi iki rekât namaz kılıp, “Allah’ım, eğer
biz haklıysak onları, onlar haklıysa bizleri, bu savaş alanında helak et”
mealinde dua ettiği de bilinir. Mekkeli beşlerden, kendi inançları
bağlamında, belki de en samimi ve en dindar olanı. Bir keresinde, yakın bir
arkadaşına şunu itiraf ediyor; “ Muhammed’in kabilesi, Haşim oğulları, ne
yaptıysa biz iki katını yaptık bu güne kadar. Şimdi onlar, içlerinden bir
peygamber çıktığını söylüyorlar. Onun söyledikleri ne kadar doğru olursa
olsun, onunla savaşmaktan başka çarem yok.” Bu rivayetin satır araları
aslında birçok sorunun cevabı niteliğindedir.
|
Okumasını
bilene…
|
Bedir
günü, Yezid’in dedesi ve dayısı, Hüseyin’in babası ve amcası tarafından
öldürülür… Uhut’ta büyük babası, Hüseyin’in dedesini mağlup eder… Hendek’te
ise, Hüseyin’in babası, Yezid’in dedesinin en güvendiği şampiyonunu öldürür…
|
Kerbela’ya
gelinene kadar savaşan, dinler veya inançlardan ziyade, ezeli rakiplerdir…
|
Vizyon ve
ülkü sahibi idealistler de, bu rekabetin sentezinden doğmuşlardır…
|
Mekke
fethedilmiştir…
Bir müddet
putperest Araplarla mücadele, savaşlar, Huneyn ve Taif seferleri…
|
Zamanın
efendilerine karşı (yani Roma’ya)gövde gösterisi, Tebuk seferi…
|
Tüm bu
hadiseler olup biterken, Kahtani kökenli olan Medinelilerin içine bir kurt
düşer, “şimdi ne olacak?”,“acaba peygamber Mekke’de kalacak mı?” En dar
zamanlarda peygambere arka çıkan Kahtaniler, zaferden sonra, Kureyş
karşısında hep oldukları gibi gene ikinci sınıf mı kalacaklar?
|
Fısıltılar
artar… Peygamberin kulağına kadar erişir… Peygamber de Medinelilerin yüreğine
su serper… Medine’ye geri dönecektir…
|
Peygamber
hayatı boyunca, Arap kabileleri arasındaki rekabeti örtmek için uğraşmıştır.
Onun karizması, zaman zaman baş gösteren çıkışlara rağmen, özellikle Adnani
ve Kahtani Araplar arasındaki ezeli düşmanlık ateşinin küllenmesini sağlasa
da, tamamen söndürememiştir.
|
Veda
haccı…
|
Yaklaşık
yüz bin inanan vardır artık…
|
Ancak son
vahiy, “artık bu gün size dininizi ikmal ettim” ayeti geldikten sonra,
hastalığı aşikâr hale gelen peygamberin vefatı ve vefatı sonrası ne
yapılacağı endişesi baş göstermeye başlamıştı.
|
Peygamberin
akrabaları, hilafetin mutlaka Haşim oğullarında kalmasından yanaydılar.
|
Medineliler
ise endişeyle bekliyorlar ve Kureyş’e kaderlerini terk etmek istemiyorlardı.
|
Ebu Süfyan
şimdilik bir kenarda bekliyor ve olayların seyrini gözlemliyordu. Kurucu akıl
ise, işi şansa bırakmayacak kadar tedbirliydiler…
|
(Parantez…
|
Burada bir
konuya değinmekte yarar var; Peygamberin vefatına yakın gelen vahiylerde, bir
nevi müdafaa ve eleştirilere cevap mahiyeti dikkat çeker. Peygamberin yanında
yüksek sesle konuşmanın yasaklanması, evlilikleriyle ilgili dedikodulara sert
uyarılar, özellikle eşlerinin kendi aralarındaki dedikoduları vs. Bu tür
ayetler, müsteşriklerin de dikkatini çekmiş ve peygamberin Kuranı kendisinin
oluşturduğuna dair şüphelerine kaynaklık etmişlerdir. Ancak bu ayetlerden
anlaşılıyor ki, ilk zamanlarda inkârcıların şiddetli saldırılarına muhatap
olan Muhammed, artık kendine inananlar tarafından da –çok açık olmasa da-
eleştirilere muhatap oluyordu.
|
Hele veda
haccında, peygamberin neredeyse sorulan her soruya “olur-bir şey
olmaz-caizdir” demesi, onun bedevi Araplarca ne kadar yıpratıldığına ve
yorulduğuna en güzel örnektir.
|
Buraya
kadar İslam tarihi kaynakları genelde çok fazla çelişmez. Ana kronoloji her
mezhepte de hemen hemen aynıdır. Ancak peygamberin son zamanlarından başlamak
üzere, ta Kerbela’ya kadar olan süreç ile ilgili rivayetler adeta çıldırır…
|
Şia ve
Ehli Sünnet kaynakları bir yarış içine girmişçesine savaşırlar. Sahih, zayıf,
uydurma hadisler havalarda uçuşur. Bunun sonucu olarak çelişkiler,
tutarsızlıklar alıp başını gider…
|
Ben
özellikle bu rivayetleri karşılaştırmalı olarak verip, kaynakları savaştırmak
yerine, tartışılmaz olayları sorgulamak yoluyla hakikati aramaya çalışacağım.
Her iki tarafın da çelişkileri ve tutarsızlıkları böylelikle akledenler için
izhar olmuş olacak.
|
Şia’nın,
“Gadir-i Hum”unu, Sünnilerin “Ebu Bekir’in namazdaki imameti”ni hiç
anmayacağız… Karşılıklı yüzlerce rivayet… Çoğu akla, mantığa, tarihsel
hakikatlere aykırı haberler… Bu rivayetleri ve kaynaklarını tartışmaya
ömrümüz yetmez… Sadece Şia ve Ehlisünnetin itiraz etmedikleri tarihsel
olayları anlatıp, onlarla ilgili sorular soracağız. )
|
Peygamber,
vefatından kısa bir süre önce, kendisinden sonra ihtilaf çıkmaması adına,
vasiyet etmek için kâğıt kalem ister. Orada bulunan Ömer, eliyle peygamberin
ağzını kapatır ve “bize Kuran yeter” der. Bunu gören diğer sahabeler, “sen nasıl
peygamberin ağzını kapatırsın?” diye Ömer’e çıkışırlar… Münakaşa olur… Ve
bunun üzerine peygamber “benim yanımda bu şekilde tartışmayın “ diyerek
herkesi dışarı çıkarır... Bu olay her iki ana ekolce kabul edilir.
|
Ömer,
peygamberin vasiyet etmesini ve bunu yazmak suretiyle kayıt altına almasını
neden istemedi? Hastalık sebebiyle yanlış şeyler yazdıracağını mı vehmetti?
Oysa hani peygamber, vahiy dışında konuşmazdı? (in huve illa vahyin yuha)
Acaba vasiyet etse ne yazdıracaktı?
|
Bir de
tersinden soracak olursak; Peygamber vasiyet etme konusunda neden ısrar
etmedi? Israr etse ve mutlaka vasiyet etmek istese, edemez miydi? Neden
vasiyetten vazgeçti? Su istedi, misvak istedi ama bir daha kâğıt ve kalem
istemedi… Neden?
|
Sünniler,
bu hadiseyle Ömer’in Kurana ne kadar bağlı olduğunu ispatladığı yorumunu
yaparlar. Şiiler ise, bu hadiseyi – ve daha birçoğunu- Ömer’in aslında hiç
iman etmediğinin delili sayarlar.
|
Ömer’in
ilk Müslüman olması nasıl olmuştu hatırlayalım; Peygamberi öldürmek üzere
yola koyulmuş ancak Taha suresini duyunca kalbi yumuşamış ve Müslüman
olmuştu. Sünni kaynaklarda böyle anlatılır. Şiiler, zaten Ömer’e lanet
okumayı bile ibadet saydıklarından, onlardan Ömer hakkındaki görüşlerini
sorgulamaya açmaları beklenemez.
|
Ömer kimdi
peki;
|
Otururken
bile ayaktaymış gibi durduğu söylenir. Heybetli biri… Öfkeli, sert mizaçlı…
Aşırı derecede kıskanç bir erkek… Cariyesinin Müslüman olduğunu duyduğunda,
onu öldüresiye kırbaçlıyor. Müslüman oldu diye değil, kendinden başka bir
“erkeğe” iman etti diye.
|
Zengin ve nüfuzlu… Öyle ki, peygamberin onu
kazanmak için dua ettiği söylenir. Ömer dine girdiğinde Müslümanlara özgüven
gelir, tebliği açık açık yapmaya başlarlar. Yeni kurulmuş bir partiye, derin
egemenlerin tam destek vermesi gibi düşünün…
|
Çok zeki,
Arapların üç siyaset dâhisinden biri… Arap kabilelerinin bitimsiz kan
davalarında arabuluculuk-elçilik yapıyor. Yani Arap kabilelerinin ruhunu
biliyor. O günün Arabı için “Araplık” diye bir şeyin olmadığını, her şeyin
mensup olunan kabileden ibaret olduğunu unutmayalım. Arapların can damarı
“Asabiye” ve asabiye uzmanı Ömer… Bir diğer uzmanın kim olduğunu ileride
göreceğiz. Bu meziyet, 1400 yıl önceki çöl Araplarının sosyolojisine hâkim
olmakla eşdeğer bir şey… Bir silah…
|
Ve cesur…
Mekke’nin efendileri korkutmuyor onu… Hicret ederken açık açık ilan ediyor.
“Karılarını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen engellemeye kalksın beni”
diyerek, raconunu kesip öyle koyuluyor hicrete.
|
İkna
edilmeden, asla iman etmeyen biri… Peygambere en çok itiraz eden sahabedir
Ömer. Hatta bazen peygamberle tartışır ve ardından ayet gelir ve gelen ayet
Ömer’i haklı çıkarır. (Peygamber münafıkların lideri diye bilinen İbn-i
Selul’un cenaze namazını kıldırmaya giderken, Ömer arkasından cübbesini
(Rida) yakalar ve gitmemesini ister.
|
Peygamber
cübbesinin eteğini çeker ve gidip o münafığın namazını kıldırır. Ardından
ayet gelir ve peygambere, münafıkların namazını kılmaması gerektiğini söyler.
Tevbe-84)
|
Ayrıca
sahabeler içerisindeki en insani olanı. Hakkında mucizevî rivayet veya ruhani
bir yön hemen hemen hiç yok. Çocukken, helvadan yaptığı putları yediğinden
bahsederek kendiyle dalga geçen, kızını toprağa diri diri gömmesi olayını
hatırladıkça da ağlayan biri. Uhut savaşında peygamberin ölümü üzerine
panikler… Malını verirken hepsini değil, yarısını verir… Peygamberin “beni ne
kadar seviyorsun?” sorusuna, “canımdan sonra, her şeyden çok” der…
|
Akıl ve
mantık hep en ön planda Ömer için…
|
Bir özelliği
de -ki belki en önemli vasfı budur- karşı olduğu bir fikir hususunda ikna
edildiği takdirde, inat etmeden teslim olması ve o andan sonra, o fikrin
savunucusu olması.
|
İşte böyle
birinin, öldürmek üzere yola koyulduğu birine, aynı gün iman etmesi çok ilginçtir.
Zira mutlaka ikna edilmiş olmalı. Ömer’i ne ikna ederdi acaba? Cennet mi?
|
Cehennem
korkusu mu? Hamza’nın kılıcı mı?
|
Yoksa Ömer
gibi birinin asla hayır diyemeyeceği bir şey mi?
|
Acaba
peygamberin ağzını kapatmasının, zamanında ikna edildiği konu ile bir ilgisi
olabilir mi?
|
Peygambere
ve dar çerçevedeki sahabelere bir mesaj mıydı bu hareketi?
|
Asıl soru
şu; Ali’nin tüm bu ilişkilerden haberi var mıydı?
|
Muhammed’in
peygamberliğini ilan ettiği yıllarda henüz yedi yaşında olduğunu bildiğimiz
|
Ali, başta
Ebubekir olmak üzere, kurucu kadronun sırlarına vakıf olabilir miydi?
|
Ali,
hılful fudul kardeşliği ve bu kardeşliğin en son ahitnamesi hakkında ne
biliyordu?
|
En azından
o gün için…
|
Ve Pak Muhammed Vefat Eder.
Ortalık
karışır.
Medine
fokurdar…
|
Kahtani
asıllı Medineli Araplar, “Beni Saide” çardağında toplanırlar. Eğer içlerinden
bir halife seçmezlerse, kıyamete kadar bir daha iktidar yüzü
göremeyeceklerinin farkındadırlar. Medine’nin en önde gelen isimlerinden Saad
b. Ubede’nin halife olmasını istemektedirler. Kılıçlar çekilmiştir. “Kâbe’nin
Rabbi şahit olsun ki, bu gün Saad’a biat edilmedikçe bu kılıç kınına
girmeyecek” diye yeminler yükselir…
|
Yemin
konusunda hiçbir toplum Araplar kadar fantastik olamaz. Birçok şey üzerine
ağdalı yeminler, Araplar için oldukça sıradandır. Kılıç üzerine edilen yemin
hariç… Kılıç üzerine yemin edildiğinde, yemin edenin muradı gerçekleşmedikçe
veya bu uğurda kan dökülmedikçe, o kılıç kınına asla giremez.
|
İşte
Medinelilerin ne kadar kararlı olduklarını, bu yeminlerinden anlıyoruz…
|
Ömer ilk
şoku atlatmak için zaman kazanma taraftarıdır… Kılıcını çekip, “kim Muhammed
öldü derse onu öldürürüm” diye bağırır. Belki de amacı, azıcık da olsa, pak
Muhammed’in ölümünün oluşturduğu travmayı ve etkilerini ötelemektir. Zira
bazılarınca peygamberin, eğer gerçekten bir peygamberse, asla ölmeyeceğine
dair bir kanı mevcuttur. İmanları pamuk ipliğine bağlı bu bedevilerin,
peygamberin vefatı üzerine ne yapacakları ise meçhuldür.
|
Ali, Abbas
ve oğulları, peygamberin defin işleriyle ilgilenmektedirler. Ebu Bekir ve
diğer sahabeler ise mescidin avlusunda bekliyorlardır.
|
Medinelilerin
halife seçmek için toplandıkları haberi Ömer’in kulağına çalınır. Ömer bu…
|
Her şeyden
ilk önce onun haberi olur… Alelacele mescidin önünde bekleyen Ebu Bekir’i
kolundan çekerek “derhal benimle gel” der. Ebu Bekir, “ne oldu?” diye sorunca
da, “yolda anlatırım” der Ömer. Koşarak Medinelilerin toplandığı yere
giderler.
|
Ömer’in
Ebu Bekir’i kolundan çektiği yer ile Ali’nin ve amcası Abbas’ın defin
hizmetleriyle uğraştıkları oda arasında, yaklaşık 15 adımlık bir mesafe
vardır. Ve Ömer, eğer 15 adım daha atıp, “Ali! çabuk sen de gel” dese, belki
bu gün Şii ve Sünni diye iki mezhep olmayacaktı. Ilımlı İslam tarihçileri,“keşke
Ali’yi de çağırsaydı oraya” derler. Acaba bu o kadar kolay mıydı?
|
Ömer gibi
biri, Ali’yi neden çağırmadı böyle mühim bir mevzu için? Hiç kıvırmayalım,
Ömer bilerek Ali’yi çağırmamıştır… Neden peki? Anlatacağız…
|
Ömer’le
Ebu Bekir Medinelilerin toplandığı yere vardıklarında, ateşin çoktan bacayı
sardığını fark ederler. Bağırışları ve kılıçlı yeminleri dinlerler… Derken
Ebu Bekir bombayı patlatır; önce yeminli kılıçları alıp, iki taş arasında
sıkıştırarak, diziyle kırar ve “Kale Resulullah (Resulullah dedi ki)” diye
devam eder… “Halife muhakkak Kureyş’ten olacak”… Ortalık aniden sus pus olur…
Peygamberin en yakın arkadaşı, ona atfen bir hadis söylüyor… Medinelilerin bu
hadis karşısında yapacakları hiçbir şey kalmamıştır.
|
Ömer
derhal söze karışır, “madem Allah Resulü Kureyş’ten olacak dedi, ben de sana
biat ettim ya Eba Bekr” diyerek ilk biati yapar… Diğerleri de birer ikişer
biat etmeye başlarlar…<
|
Birkaç gün
içerisinde, Saad b. Ubade hariç, hemen hemen tüm Medinelilerden biat alınır…
Bir de, Ali ve peygamberin diğer tüm akrabaları olan Beni Haşim
hariçtir…
|
Ömer neden
Ali’ye haber vermedi ve neden Ebu Bekir?
Tarihi
arka plana ve Arapların o günkü siyasi ve sosyolojik yapısına vakıf biri için
cevap aslında çok basit. Medinelilerin ezeli düşmanları Kureyş, Kureyş
denince akla gelen kabile ise Beni Haşim, Haşimi’lerin içerisinde lider
olabilecek tek isim ise Ali… Ali o gün Beni Saide’ye gitseydi, peygamberin 23
yıl boyu mümtaz karizması ve denge siyasetiyle örttüğü kan davaları tekrar
başlayacaktı. Kılıçlar üzerine yemin eden bir topluluğa, bir de düşman
oldukları ve iktidarı asla kaptırmak istemedikleri Kureyş’in en asil ailesine
mensup, en önde gelen ismi çıkarılsaydı, o kılıçları kırmak hiç de kolay
olmazdı. Bunu o gün görebilecek iki isim vardı belki de, Ömer ve Ebu Bekir…
Ebu Bekir
kimdi peki?
Kureyşli
olmasına rağmen, önde gelen ailelerden birine mensubiyeti yok. Yani Kureyş
denince akla gelen isimlerden değil. Yaşlı… Peygamberin ilk günlerinden beri
yanında…
İsmi
hürmet görüyor… Belki de o gün Medinelileri yatıştıracak tek isim… Ömer
boşuna mı sadece onun kolundan tutup koşturuyor? O gün, sadece onun sözüne
itimat edileceğini biliyor da ondan.
Ebu
Bekir’in en önemli vasıflarından biri de, Araplarca çok makbul görülen “Nesep
ilmi”ne vakıf olması. Kim kimle akrabadır, kim kiminle değildir, hangi kabileler
kaçıncı göbekte birbirleriyle birleşir… Bu konularda uzman…
Daha önce
demiştik, Arapların o gün için siyaset dehalarının başında Ömer geliyordu.
Araplar
için her şey demek olan Nesep konusunu da, Ebu Bekir’den daha iyi bilen
yoktu…
Ayrıca Ebu
Bekir, daha gençlik yıllarında Muhammed’le beraber Hılful Fudul kardeşliğine
ahit vermiş bir isim… Tacir… Dünyayı tanıyor…
O
gün belki bir seçim yapılsa, gene Ebu Bekir kazanırdı. Ama onların yıllardır
hayalini kurdukları bir ülküleri vardı. Bedevi ve behimi Arap’ın, ufkunun
asla alamayacağı bir ülkü… Asla şansa terk edilemeyecek olan bir gaye… Bir
ahit… Bir sır…
Ancak
burada belirtmeden geçemeyeceğimiz şudur; Ebu Bekir’in, peygamberden
duyduğunu iddia ettiği hadis… Onu Ebu Bekir’den başka duyan yok… Hadis ilmi
kriterlerine göre “ahad hadis”, yani râvisinden başka o hadisi, kimsenin
duymadığı hadis sayılır bu. Ve gene, nedendir bilinmez, Muhaddislerce Ahad
hadisler, sahih kabul edilir, eğer râvi güvenilirse… Ki Ebu Bekir güvenilirdir…
Kahtani’lerin
karakteristik özelliklerini daha önce kısaca anlatmıştık. Hadisler, Adnani ve
Kahtani tipolojilerini anlamak bakımından çok yardımcı olurlar. Bir Adnani,
peygambere gelip, “ya Resulullah! Allah tüm kâinatı nasıl yarattı?” diye
sorarken, Kahtani biri, “Ya Muhammed! Ben cennete nasıl giderim?” diye soru
soruyor. Medineliler, Mekkelilere oranla daha taşralı kimseler. Din konusunda
da doğal olarak daha tutucular. Ebu Bekir’in “Halife Kureyş’tendir diye
peygamberden işittim” sözüne karşı bir Kahtani’nin, “yalan söylüyorsun”
demesi asla beklenemez. Zira söylenen söz peygambere atfediliyor ve atfeden
kişi de Ebu Bekir…
Tüm bu
tantana olup biterken, pak Muhammed’in naşı başında beş altı kişi kalmıştır…
Ali, Abbas
ve oğulları, bir de emektar bir iki dost sahabe… Kimse onlara sormaz bile
“kim halife olsun” diye…
Ali, kendi
elleriyle yıkar Muhammedi… Defni gecikmiştir… Hem de çok gecikmiştir…
Namazını
oracıkta kıldırır… Ve evi olan mescide kazdıkları kabrine defnederler…
Pak
Muhammed, pak Ehlibeyt’inin elleriyle konur kabrine…
Veda haccı
sırasındaki on binlerce sahabe yoktur ortalıkta… Oradaki 6-7 kişiyle kılınır
peygamberin namazı…
Dünyaya
yetim gelen Muhammed, ayrılırken de gariptir…
Gece olmak
üzeredir…
Ve hatta
karanlık çoktan çökmüştür bile…
Kerbela 9 (Ebubekir Dönemi)
Ebubekir’in
hilafeti, bu emrivakiiyle başlamıştı başlamasına ancak itirazlar gecikmemişti…
Ali başta
olmak üzere, hiçbir peygamber akrabası biat etmemişti. Medineli lider Saad b.
Ubede de… Hele bir takım Arap kabileleri…
|
Ancak her
birinin hesabı görülecekti…
|
Bizim
İslamcı komünistlerin dillerine doladıkları “zekât vermeyenlerle savaş”
mevzusu vardır. Yani iddiaya göre, peygamberin vefatına müteakip bir takım
Arap kabileleri, dinin her türlü kuralına uymakla beraber, zekât vermeyi
reddetmişlerdi. Bunun üzerine de Ebubekir, dinin bir emrini yerine
getirmemenin, dinin tamamını reddetmek anlamına geldiğini öne sürerek,
onların üzerine Usame ordusunu göndermişti…
|
Buradan
hareketle, günümüzde birçok yorumlar yapılır. Başörtüsü konusu gündemdeyken,
hep bu olay öne sürülür ve “dinin bir emrini inkâr, tamamını inkârdır”
denilerek, başörtüsünü yok saymanın, dinden çıkmak demek olduğunu
söylerlerdi.
|
Bu
günlerde, özellikle yeni yeni gelişen “İslami Komünal yaşam” – ne demekse-
savunucuları ise, gene bu olayı delil getirerek, mallarını başkalarıyla
paylaşmayanlar, namaz kılsalar da, dinden çıkmış sayılırlar, savını
dillendiriyorlar…
|
Ebu
Bekir’in bu sünneti, tarih boyu spekülasyonlara sebep teşkil etmiştir.
|
Peki,
olayın aslı nedir gerçekten? Bir insan Allah’a inanır, Kuran’a inanır,
peygambere güvenir, dinin her emrine boyun eğer de, neden zekât vermez?
|
Aslında o
günün koordinatlarıyla bakabilme yeteneğimiz olsa cevap çok basit. Adamlar,
ne Sünni ulemanın dediği gibi dinden çıkmış, ne de post-modern komünistlerimizin
iddia ettikleri gibi mal sevdasından dolayı böyle davranıyorlar… Adamlar, Ebu
Bekir’in hilafetini tanımıyorlar…
|
Zekât, bir
tür vergidir… Devlet toplar… Mesela, Osmanlıda “aşar” (10’da bir) denen
vergi, toprak mahsulünden alınan zekât nisabıdır aslında. Zekâtın ne olduğu,
neyi amaçladığı ayrı bir yazının konusu ancak şu kadarını söyleyeyim, İslam
dininin en muazzam uygulamasıdır zekât… Sahip olunan her şeyi paylaşmayı,
dini bir emir halinde sunan tek dindir İslam... Günümüzdeki algılanışını kastetmiyorum.
Geçiyoruz…
|
İşte biat
etmeyen Arap kabileleri, halife seçiminde kendi görüşleri alınmadı
gerekçesiyle, vergileri olan “Zekât”ı halifeye göndermediler ve biat da
etmediler. Yani halifeyi tanımadıklarını ilan etmiş oldular, tıpkı diğer biat
etmeyenler gibi…
|
Ebu Bekir,
Usame b. Zeyd’e ordusunu hazırlaması için emir verdiğinde, Ömer onu kolundan
yakalar; “Sen ne yaptığının farkında mısın? Bu adamlar Müslüman. Sadece sana
biat etmediler. Onların kanını mı dökeceksin?” der.
|
Ebu Bekir
ise, çok bilinen sözünü söyler; “Vallahi Muhammed’e verdikleri keçiyi benden
esirgerlerse, onlarla savaşırım”…
|
Ve onlarla
savaşır…
|
Kanlı bir
savaştır bu…
|
Hepsi
kılıçtan geçirilir…
|
Ebu
Bekir’in hilafetini tanımayan Müslüman Araplar, bu itirazlarının bedelini çok
ağır bir biçimde öderler… (İslam toplumlarında, iktidarlarına biat
etmeyenleri katletme hakkına sahip olduklarını zanneden zalim krallar, hep bu
Ebubekir sünnetini delil göstermişlerdir.)
|
Âleme
ibret olan bu tutum karşısında gün günden biatlerin sayısı da artar.
|
Kala kala
bir avuç adam kalmıştır biat etmeyen. Saad, Ali ve ailesi…
|
Bir soru…
|
Peygamberin
kızı Fatıma nasıl ve neden öldü?
|
Peygamberin
vefatında sonra 6 ay kadar yaşadığı rivayet olunur. Genç yaşta o da vefat
etmiştir.
|
Neden?
|
Ehlisünnetin
hadis kalpazanları şak diye yapıştırırlar; “Efendim, peygamber vefatına
yakın, Fatıma’yı çağırıp kulağına fısıldamışmış, kızım ben öleceğim ama
benden sonra yanıma ilk sen geleceksin” diye… Fatıma da buna çok sevinmiş
hesapta…
|
Fatıma’nın
neden ve nasıl öldüğünü, Ali’nin onu neden gizli bir şekilde gece yarısı
gömdüğünü ve en önemlisi,
|
Fatıma’nın
ölene dek, Ebubekir’le neden küs olduğunu haftaya yazacağım.
|
O Fatıma
ki, Kevser’di… Ehlibeytin membaı…
|
Mekkeli
müşrikler, peygamberle “kız babası” olduğu için alay ediyorlar ve ona “ebter”
(soyu kesik) diyorlardı. Kevser suresinde ise, “muhakkak ki, biz sana
Kevser’i verdik, sen de Rabbine namaz kıl ve kurban kes, şüphesiz soyu kesik
olanlar, sana kin besleyenlerdir” şeklinde cevap bulur bu alaylamalar.
|
Sünni
ulema yıllarca, Kevser’in cennetteki bir ırmak veya havuz olduğunu
söylediler. (Ab-ı Kevser) Bir de bu surenin, kurban kesmenin vücubiyetine
delil olduğunu… “Kurban kes” dedi ya, kime denmiş, niye denmiş önemli değil…
|
Boğ
ritüele, ruhu gizle… Klasik ruhban taktiği…
|
Üç
cümlelik bu metinde, belagatten azıcık nasibi olanlar söylesin, havuz ile soy
kesikliğinin ne alakası var? Son dönem neo-ulema ise Kevser’i, “bol nimet”
diye tercüme ediyorlar. Nimet’in içini sen doldur…
|
Oysa
Kevser suresinin anlatmak istediği şuydu; Üzülme! Biz sana öyle bir lütufta
bulunduk ki, bu lütuf, bildiğin tüm teşekkür biçimlerini hak edecek kadar
yüce bir lütuftur. Biz sana Fatıma’yı verdik. O Fatıma’nın öyle bir nesli
olacak ki, o seninle alay edenlerin soylarını tarihin çöplüğüne savuracak. Ve
o pak soyun ışığı, insanlığı hep aydınlatacak…
|
Ne cennet
havuzlarıyla, ne de kurbanla falan alakalı değildir… Anlayana…
|
Peki,
neden bu kadar açık bir anlamı gizleme ihtiyacı duyuyor ulema?
|
Elbette
itiraf edemezler…
|
Zira
itiraf ederlerse din dedikleri sistem çöker…
|
Sünnilik
diye bir şey kalmaz…
|
Her
harfine iman edilmesinin şart olduğuna inanılan bir kitapta, “Fatıma”nın
nesli kastedilerek, bunun Allah’ın en yüce armağanı olduğu kabul edilirse,
onun soyunu kesenler ve kesenlere, uydurdukları hadislerle, çanak tutanlar ve
bu olanlara sessiz kalanlar ne hükmünde olurlar?
|
Onların
dini konulardaki diğer görüşleri hakkında ne düşünülür?
|
Sünniliğin
temel kaynaklarını yazanların neredeyse tamamı, ya o nesil kesilirken iktidar
çanağı yalıyorlardı, ya da sessiz kalmayı tercih etmişlerdi. (İmam-ı azam
gibi bir avuç izzetli adamı saymazsak.)
|
Fıkıh,
İtikad, Muamelat… Kimler eliyle taşındı? Bu günkü Müslümanların inandıkları
esasları belirleyenler kimlerdi?
|
İşte
Kevser, bu yüzden cennet havuzu olmak zorundaydı…
|
Bu zevata
söyleyecek tek sözümüz var…
|
Evet,
Kevser sizin için bir havuzdur ancak…
|
Tanrıya
güvenmeyenler ve bu sebeple de, onun adına her türlü yalanı sıkılmadan
atabilenler için hazırlanmış özel bir havuz…
|
İçinde,
domuzdan evirilmişlerin azap göreceği cehennem havuzudur…
|
Hayber,
Yahudilerden alındığında, verimli ve pek kıymetli Fedek arazilerinden
peygambere de pay düşmüştü. Fatıma da, bir nebze olsun, yoksulluğuna çare
olması ümidiyle, babasından kalan bu mirası talep etmek için Ebubekir’e
gider…
|
Ebubekir
ise; ben peygamberden işittim ki, “Biz miras bırakmayız; bizim terekemiz
sadakadır!” diye bir hadis nakleder. Fatıma ağlayarak orayı terk eder… Ve bir
daha Ebubekir ile ölünceye dek konuşmaz…
İşin
enteresan tarafı, bu hadisi de Ebubekir’den başka duyan olmamıştır. Tıpkı
“Halife Kureyş’tendir” hadisi gibi, bu hadis de Ahad’dır.
Peygamberin
mirasla ilgili bir diyeceği olsa, önce kime söylemesi gerekirdi? Elbette ki
varislerine… Ama hiçbir varisin duymadığı bu vasiyeti, Ebubekir’e söylemiş
peygamber… Veya biz öyle inanmak istiyoruz…
Sünniler
bu olaydan hareketle, Fatıma’nın Ebubekir’e biat ettiğini söylerler. Ne
alaka? Hani kapısına kadar gitti ya, işte bu biat anlamına gelirmiş… Bazen
kendime sorarım, bunca komik delillerle nasıl olurda bir mezhep yüzyıllarca
ayakta kalır diye? Ama iktidarın kahredici gücüne savaş açmaktansa, onların
cici yalanlarına inanmak, daha uzun yaşamasını sağlar insanların… Dinlerin
içerisine serpiştirilmiş saçmalıkları azıcık eşelediğinizde, altından mutlaka
zamanın muktedirleri lehine bir durum çıkacaktır. Bu her din için geçerlidir.
İsa nasıl pagan bayramında doğdurulduysa, Fatıma da “babasının acısına
dayanamayıp” 27 yaşında vefat eder elbet…
Fedek
arazileri çok makbul araziler… Verimli ve değerli… Bu arazilerin, yoksul
muhaliflerin eline geçmesini istememe de anlaşılabilir bir şey değil mi? Bir
düşünsenize, “Ali” ve üstelik varlıklı…
Aradan
aylar geçer ama hâlâ biat etmeyenler vardır… Başta Ali elbette… Sebebi ise
çok mantıklıdır. Ebubekir Medinelilerden biat alırken, peygamberin,
“Kureyş’li” olma şartını öne sürmüştü. Madem peygamber Kureyş şartını sundu,
o halde Kureyş denince akla gelen Haşimiler, Haşimiler denince de akla gelen
Ali değil miydi? Ebubekir kendisi için biat almakla, kendi delilini hiçe
saymış oluyordu. Eğer halifenin Kureyş’te kalması bir peygamber emriyse, o
halde Ali’den başkası halife olamazdı. Peygambere ve Kureyş’e en yakın kişi
Ali değil miydi?
Ömer, bu
belirsizlik/itaatsizlikten rahatsızdır. Hayallerini gerçekleştirmek için bu
belirsizliğin çözülmesi şarttır. Yıllar yılı sımsıkı bir kardeşlik
ahitleşmesi ile peşinden koştukları ülkülerini, “üç beş romantiğin”
itirazlarına feda edecek değildir. Biat etmeyenleri çağırıp/getirtip, onlara
üç şart sunulmasını önerir Ebubekir’e. O da kabul eder. Ya biat edeceksiniz,
ya buradan gideceksiniz, ya da öleceksiniz…
İlk
olarak, Medinelilerin halife yapmak istedikleri Saad. b. Ubade getirilir.
Saad, sürgünü tercih eder. Ailesini de alıp Şam’a gider ve ölene kadar da bir
daha geri dönmez…
Bu arada
bir avuç biat etmeyen sahabe, Ömer’in bu uygulamasından haberdar olmuş ve
Ali’nin evine sığınmışlardır. Ömer bunu duyunca öfkelenir… Zira tüm
muhalifler Ali kazanında kaynamaya başladıysa, sorun mühimdir ve derhal
müdahaleyi gerektirir.
Şimdi
artık Ali’nin de “çağrılması” şart olmuştur. Ali çağrılır… Ancak çağırmaya
gidenler bedevidirler… Kaba adamlardır… Ali’nin evinin önünde bir karmaşa…
Kapıya yüklenilir… Kapı zorla açılır… Ali, yaka paça alınır evden…
Ömer üç
seçeneği Aliye sunduğunda, Ali hiç tınmadan sırtını döner çıkmak için.
Arkasından “ölüm cezası” hatırlatıldığında ise, Aslan arkasını dönüp
kendisini tehdit edenlere sadece bakar ve tekrar dönüp gider. Sanki “siz kimi
ölümle tehdit ettiğinizin farkında mısınız?” der gibidir…
Tüm bunlar
yaşanırken, Ali’nin kırılmış ev kapısının ardında biri unutulmuştur.
Hamile bir
kadın…
O
karmaşada insanları sakinleştirmek isterken kapının arkasında sıkışıp
kalmıştır…
Karga
tulumba muhalifler derdest edilirken, kanlar içinde yığılan kadından kimsenin
haberi olmaz o an…
Çocuğunu
kaybetmiştir ama kanaması durmaz…
Bulutlanan
gözlerinden yaşlar boşanırken bir an gülümser, babacığı başucundadır… Elinden
tutup kıyamadığı kızını, tüm bu kavgalardan, kargaşadan, fitneden kurtarmak
ister… Çünkü babalar en çok kızlarını sever…
O kadın,
pak ehlibeytin anası Fatıma’dır… O ki Zehra olan… O ki Kevser olan Fatıma…
Ali’nin
hüznünü hiçbir cümle tarif edemez… Belki ancak birkaç cümle ile vedalaşabilir
can yoldaşı, aşkı, kıyamadığı hüzün çiçeğiyle…
Eşini
alır, kendi elleriyle yıkar, kimseyi yardıma dahi çağırmaz… Kimsenin
ellerinin ve gözlerinin Fatıma’ya değmesini istemez… Ehlibeyt’in düştüğü bu
hallere sessiz kalan ahalinin, gelip cenazede “gözyaşı” dökmesini istemediği
için gece karanlığında gizli bir yere defneder Fatıma’yı…
Şimdi Ali
de yetim kalmıştır, iki yetimiyle...
Gerçekten
yapayalnız kalmıştır…
Ebubekir yaşlı ve hastadır artık…
Bu arada,
bir nebze olsun iç çalkantılar dinmiş, yalancı peygamberler sorunu çözülmüş,
sükûn sağlanmıştır…
|
Yalancı
peygamberler demişken, Müseyleme’ye değinmeden geçemeyiz. Bu adam,
Muhammed’den önce tektanrıcı görüşlere sahip biri. Peygamberle görüştüğü veya
mektuplaştığına dair haberler de var. Sonrasında etkisi de çok büyük.
Sahabeler içerisinden ona inananlar çıkmış.
|
Tüm bu
peygamberlik girişimleri, kanlı bir şekilde bastırılıyor…
|
Peygamberin
vefatı sonrası, pıtrak gibi çıkan peygamber adayları, hangi sosyal olgu ile
açıklanabilir acaba? İçlerinde kadınların da olduğu biliniyor bu peygamber
iddiasında bulunanların. Bazılarının psişik güçleri olduğuna dair haberler de
var. Söylemlerinde de çok büyük bir fark yok ama hiçbiri muvaffak olamıyor.
Neden?
|
Peygamberin
kendisine bile, “bize Kuran yeter” deyip, ağzını kapatan bir anlayışın,
elbette bu “neo nübüvvet” girişimlerine, hümanist ve entelektüel bir yaklaşım
sergilemesi beklenemezdi. Bir amaç vardı ve hiçbir fantezi bu hedefi
gölgeleyemezdi.
Ebu Bekir,
hepi topu iki yıl süren hilafetinin son günlerinde, kendinden sonra halife
olması için Ömer’i tavsiye eder… Burası çok ilginç! Peygamberin, “benden
sonra birbirinize düşmeyesiniz diye size vasiyet edeyim” dediğinde ağzını
kapatanlar, Ebu Bekir’in vasiyet etmesine hiç ses çıkarmamışlardır. “Kuran
bize yeter” deyip, kimse Ebu Bekir’in ağzını kapatmamıştır.
Ebu Bekir,
Ömer’i tavsiye eder… Kimse de itiraz etmez. Zira Ebu Bekir’in sağlığında da,
halife de facto Ömer’dir zaten…
Ömer,
dediğimiz gibi, salt akıldan oluşan bir adam. Onun zekâsı ve aklı sayesinde,
çölde pislik içinde yaşayan Arap kabilelerinden bir ulus doğmuş ve bu ulus,
bir dönem insanlığın aydınlık meşalesinin taşıyıcısı olmuştur. Ömer, Hılful
Fudul kardeşliğinin, uzun yıllar hayalini kurdukları ütopyayı
gerçekleştirecek olan kişidir.
Ömer,
sosyolojiyi çok iyi bilen biri. Çöl insanının artılarını ve eksilerini
biliyor. Arapları çok iyi tanıyor. Ve onlara uygun bir elbise biçiyor. Cihat…
Arap
kabilelerinin bir arada kaldıkları sürece, sürekli birbirlerinin gözünü
oyacağından emin olan Ömer, onları “Cihat fi Sebilillah” ülküsüyle İran
üzerine salıyor. Sasanî imparatorluğu zayıf… Halkı kılıç elde cihada sevk
eden Ömer, onlara önderlik edebilecek kabile reislerini de yanında tutuyor.
Onların gitmelerine izin vermiyor. Kimini tatlı sert, kimini yumuşak ve
siyasi bir dille, taraftarlarının başında gitmelerinden alıkoyup, merkezde
tutuyor. Mesela Ali, Kufe’ye gitmek istediğinde – ki Ali yanlılarının merkezi
o denem Kufe’dir – “ya Ali! Sen olmazsan ben bu hilafet yükünü tek başıma
nasıl omuzlarım?” diyerek, Ali’nin Kufe’ye gidişine mani oluyor.
Şehirler
kuruyor… Kufe, Basra, Kahire… Şehir planlarını dahi kendisi çiziyor… Bu
şehirlerde hangi kabilenin, hangi sokakta oturması gerektiğine varıncaya
kadar hep kontrol elinde Ömer’in. Daha önce belirtmiştik; Ömer ve Ebu Bekir,
Arap toplumunun genetik şifrelerini bilen insanlar… Kim kimle dost, kim neye
nasıl bakar, en iyi bilen insanlar… Dünyayı da biliyorlar… Örneğin, Amr b. As
Mısır’ı fethettiğinde ona, Müslümanları asla İskenderiye’ye sokmamasını,
Müslümanlar için ayrı bir şehir kurmasını emrediyor. Amr’da, Kahire şehrini
kuruyor Müslüman fatihler için. Neden?
Cevap
açık… İskenderiye o gün, yeni Plâtonculuk dâhil, felsefenin merkezi… Bilim,
sanat, kültür Üniversite seviyesinde… Bildiği üç ayet, beş hadisle kılıç elde
fetihten fethe koşan Arap ise belki ilkokul seviyesinde bile değil,
entelektüel anlamda. Zayıf kültürlerin, güçlü medeniyetlerce massedileceğinin
farkında olan Ömer, Arapları filozofların kucağına atmıyor. Onlarla hemen
kaynaşmalarını önlemek içindir yeni kurulan şehirler…
İşler,
Ömer’in planladığı gibi gider… Çok kısa bir sürede, Türkistan’dan Kuzey
Afrika’ya kadar geniş bir coğrafya fethedilir. Araplar coşmuştur… Çölde
birbirlerini yiyen kabileler, şimdi kadim imparatorlukları deviren fatihlere
dönüşmüşlerdir.
Sonraki
yıllarda İbn-i Haldun’un formülleştireceği gibi, bedevi ve vahşi halklar,
medeni ve şehirli halklara her zaman galip gelirler…
İran
fethedilir… Araplar, “Kisralar”ın muhteşem medeniyeti karşısında apışıp
kalmışlardır.
Hayal dahi
edemeyecekleri bir ganimet elde etmişlerdir. Mesela, Kisra’nın sarayı
yağmalanırken, bir fanus içerisinde, bir miktar beyaz toz bulunur. Araplar
bunu un zannederek ekmek yapmaya çalışırlar. Oysa fanusun içindekinin, bu gün
dahi altından daha kıymetli, “misk” olduğundan haberleri dahi yoktur.
Ganimetler
getirilir… Savaşçılar, ganimetin tıpkı peygamberin yaptığı gibi, kendilerine
pay edileceğini zannederlerken, Ömer bu devasa ganimeti kamulaştırır. Malları
hazineye alır ve herkesi maaşa bağlar. Bu apaçık peygamber sünnetine ters bir
uygulamadır.
Günlerce
kimse mescide gitmez, küserler… Ömer, “Vallahi kıyamete kadar da arkamda namaz
kılmasanız, gene de bu hazineyi size pay etmeyeceğim” der. Ömer’in bu
devrimci tutumu belki peygambere zıt bir uygulamaydı ama o gün için İslam
toplumunda zengin bir askeri sınıfın doğmasına engel olmuştu. Sınıfsal
uçurumların, toplumların uyuyan dinamitleri olduğunu fark etmesi bile, Ömer’e
dahi dememizi zorunlu kılar.
Ve Kudüs…
Kudüs muhasara altındayken, şehirde yaşayan Yahudiler başta olmak üzere
halkın önde gelenleri, savaşmadan teslim olmak isterler. Ama şehri -
niyeyse!-halifenin bizzat kendisine teslim edeceklerdir. Ömer şehre mütevazı
bir şekilde girer. Halk “Fâruko” diye bağırır… Bu gün İslamcılar, Ömer’in
lakabı olan “Faruk” kelimesinin, Arapçada “haklıyı haksızdan ayıran”
anlamında olduğunu söylerler. Oysa Arap gramerinde “fâul” diye bir kalıp
yoktur. “Fâruk” Aramice, yani o günkü Yahudilerin ve Süryanilerin kullandığı
bir kelimedir ve anlamı “kurtarıcı” demektir. Yani Ömer’e Faruk lakabını
takanlar Kudüs Yahudileri ve Hıristiyanlarıdır.
Ömer, adil
bir adam… İktidarı kıvrak ve üstün zekâsıyla yönetirken, bu gücü kendi
menfaatine alet etmeyecek kadar hamiyet ehli biri… Hâlâ günümüzde onun
adaleti ve hakkaniyetine dair rivayetler anlatılır. Her ne kadar Şii kültürde
gece gündüz lanetlenen bir isim olsa da, şurası açıktır; Ömer, kendi
döneminin ötesinde bir akla ve öngörüye sahip biri. Pislik içinde yaşayan,
anneleriyle zina eden, leş yiyen bir toplum, iki yüzyıl içerisinde
felsefeden- bilime, insanlığın önünü açacak bir medeniyetin hamillerine
dönüştülerse, bu, Ömer olmadan anlayamayacağımız bir fenomendir…
Ali ile
Ömer ayrı dünyaların insanlarıydılar… Hayata baktıkları yer de farklıydı,
Teolojik tasavvurları da… Ömer’in Tanrı-peygamber-Vayh tasavvuru, Ali’nin
tasavvurundan farklıydı. Ömer, devrinin belki de en kabiliyetli bir devlet
adamıydı. Ali ise Muhammed’in aynası… Talip oldukları şey farklıydı. Birinde
ülkü, diğerinde iman ve onun mesuliyetleri esastı… Ömer, çok rahat peygambere
zıt uygulamalarda buluna bilirdi. Ali için bunu düşünmek bile imkânsızdı… Bu,
Rasyonalizm ile Romantizmin bitimsiz savaşının, Arap sahnesindeki temsiliydi
belki…
Ömer, bir
Mecusi tarafından namazda öldürülene kadar hep, aklın, sorgulamanın,
çelişkilerin ve iktidarın kalesi oldu…
İslam
toplumlarında, ilk zühd hareketlerinin de, felsefi düşünme biçimlerinin de
çıkışı, Ömer sonrası dönemdir. Onun 10 yıllık hilafeti, tarihsel varlık
alanında silinmez bir iz bırakmıştır.
O,
kendisinden sonra halife namzedi altı isim önerdi. Bunların kendi aralarından
biri üzerinde uzlaşmalarını, aksi takdirde hepsinin öldürülmesi gerektiğini
söylemişti. Bu isimler, Arapların kanaat önderleriydiler. Bu isimler
uzlaşırsa ancak barış mümkün olabilirdi, aksi halde kanın durmayacağının
farkındaydı…
Korktuğu
gibi de oldu…
O isimler
anlaşamadılar…
Bu 6 isim
ittifak ederlerse istikrar sürecekti, yok eğer uzlaşamazlarsa akacak kanı
kimse durduramazdı. Ömer bunu biliyordu. Bu sebeple oğluna şöyle dedi; “Bu
kişileri topla, aralarından biri üzerinde anlaşırlarsa sen de o anlaştıkları
kişiye biat et. Yok, eğer uzlaşamazlarsa, hepsini öldür…”
Ömer, bir
Farisi tarafından namazda öldürülünce, şura toplanması kararı alındı.
Bazıları Medine dışında idiler. Abdurrahman b. Avf, bu süreden yararlandı,
halka danıştı.
Abdurrahman
b. Avf, ilk Müslümanlardan… Cennetle müjdelenenler denen “aşere-i mübeşşere”
den. Peygamberi kabre koyan dört kişiden de biri. Ancak bilinmeyen veya çok
ön plana çıkarılmayan bazı hasletleri daha var. Çok iyi bir tacir… Ebu
Bekir’in neredeyse kankası… Ömer’i hilafet için ilk teklif eden kişi… Zaten
Ömer de, kendisinden sonraki hilafet seçimi için Abdurrahman b. Avf’ı
özellikle seçiyor ve oylar eşit kaldığında,” Abdurrahman kime oy verdiyse o
kazanmış sayılır” diyor.
Acaba,
Hılful Fudul kardeşliği içerisinde bir yeri var mıydı? Kurucu aklın, Ömer
sonrası sancaktarı o muydu?
Bu 6
kişiden 3’ü, daha en baştan hilafetle ilgili bir adaylıklarının olmayacağını
açıklarlar.
Abdurrahman
b. Avf’da, “hakem olması koşuluyla” adaylıktan çekilir. Yani seçilen değil, seçen
olmayı tercih eder.
İlk olarak
halife namzedi Ali’ye döner, “Allah’a, Resulüne ve İmameyn’in sünnetine
(yani, senden önceki iki halifenin uygulamalarına) uyacağına söz verir
misin?” Ali, elbette “hayır” cevabını verir. “Allah’a ve resulüne uyarım ama
benden öncekilerin tuttukları yola uymam için bir sebebim yok” der. Beklenen
cevap ta budur zaten. Osman’a aynı soru sorulduğunda ise, Osman hemen kabul
eder. Abdurrahman b. Avf’da oracıkta Osman’a biat eder…
“Ehl-i
Sünnet” tabiri buradan gelir. Yani bilinenin aksine, “ehli sünnet” demek,
peygamberin sünnetine uyanlar anlamına gelmez, “Ebu Bekir ve Ömer’in
uygulamalarının devamcıları” anlamına gelir. Yoksa kendisini Ehl-i sünnet
görmeyenler de, en az görenler kadar peygambere inanan insanlardır. “Sünni”
tabirinin doğuşu böyledir. Bir de “Ehl-i sünnet” tabirine, daha sonra “vel
cemaat” eklenmiştir ki, bunu da ileride göreceğiz.
Kurucu
akıl, bu gün bizde de örneğini gördüğümüz esaslar üzerinde durur. Tıpkı
mecliste “Atatürkçülük ve Laiklik” konusunda sadık olunacağına ilişkin edilen
yemin gibi, Ebu Bekir ve Ömer’in başlattığı Arap dirilişinin devamcısı olunup
olunmayacağı hususunda bir kırmızı çizgisi vardır kurucu aklın. Ülkü, hiçbir
şeye feda edilemez…
Oysa Ali,
kalıplara sığmayacak biridir. Kimsenin devamcısı veya takipçisi olamayacak
bir karakteri vardır. Yalnız bir dağdır o… Bir sıradağ silsilesi içinde yer
alamayacak kadar da görkemli bir dağ hem de…
Aslında o
6 isim içerisinde Ali’den daha “EN” biri de yoktur. Bunu herkes bilmesine
rağmen, Osman’a biat edilir…
Ali orayı
terk eder… Diğer isimler içinden de tatmin olmayanlar vardır. Yani Ömer’in
arzuladığı ittifak gerçekleşmez. Kapıda bekleyen Abdullah b. Ömer de (Ömer’in
oğlu) kimseyi öldüremez.
Ömer haklı
çıkar… Kan kokusu duyulmaya başlamıştır bile… Ömer’in zekâsı ve bilgeliğiyle
sürmüş 12 yıllık bir dönemden sonra, Osman hafif kalacaktır. (İlk iki yılda
da Ebu Bekir’in sağ koludur Ömer)
Osman
kendi içinde samimi ve naif biri… Zengin ve rahatına düşkün… Akrabalarını,
zaafa varan bir seviyede seviyor, kolluyor. Halife olmadan önce de ve ne
yazık ki sonra da…
Osman’ın
peygamberin iki kızıyla peş peşe evlendiği söylenir… Koca bir yalan daha…
“Hatice, peygamberle evlenirken dul ve iki çocuğu olan biriydi”, derler… Bu
iki kız çocuğu Osman ile evlendirildi, denir. Oysa bu iki kız, Hatice’nin
kızları değildir. Elinde, evinde büyüyen yeğenleridir… Yazı dizimizin başında
anlattığımız gibi, Emevi döneminde, Hatice’yi tahfif etmek için söylenmiş bir
yalandan başka bir şey değildir.
Detaylara
girmeyeceğiz…
Osman
halife olmadan önce her ne yapıyorsa, öyle devam eder. Çadırda oturmaz Ömer
gibi, yamalı da giymez… Akrabalarına hep yardım eden Osman, halife olduktan
sonra da bu yardımlarına devam eder. Atamalar genellikle akrabalarından
yapılır. Bu atanan valiler, bir de Ümeyye oğlullarından olunca ( Ebu
Süfyan’ın kabilesi) idealizm yerini yozlaşmaya terk eder. Ömer zamanında
dokunula bilir olan hilafet, Osman döneminde hiyerarşiye ve bürokratik
katmanlarla ulaşılamaz, ses işittirilemez hale gelmeye başlar. Üç kıtaya
yayılmış geniş bir coğrafyada homurtular, Ömer dönemi ile kıyaslamalar, küskünlükler
başlamıştır bile…
Dört bir
yandan gelen şikâyet mektuplarından, Osman’ın haberi bile olamıyordur artık…
Uyarılar
yapmaya çalışanlar da, devlet düşmanı ilan edilmekte ve sindirilmektedir…
Bilgisizlik,
ferasetsizlik ve beceriksizliklerle yönetilmeye çalışıldığı her dönemde
olduğu gibi, Ortadünya kaynamaya başlamıştır.
Ahmaklar,
Ortadünya’da hüküm süremez… Hele ki 20’li yaşlarında bir çocuk, Irak’a vali
tayin edilmişse, akacak kanı gayrı hiçbir Tanrı durduramaz…
Fitne uyanmıştır…
Ömer
döneminin en önemli işlerinden birinin, yeni şehirler kurdurmak olduğunu
söylemiştik. Kahire, Kufe, Basra gibi şehirler… Bu şehirleri kurdurmakla Ömer,
hem daha ilkokul seviyesinde olan Arapların, kadim Ortadünya kültürü karşısında
erimemesini sağlamış, hem de, o şehirlerde hangi kabilenin hangi mahallede
oturacağını bizzat kendisi belirleyerek, Arap kabileciliğini dengede tutmayı
başarmıştı.
Elbette bu
dengeler Ömer’in yokluğuyla darmadağın olmuştu…
|
Kufe,
önemli bir şehir… Irak toprakları, Basra ve Kufe denen iki şehirden idare
ediliyor.
|
Irak
derken de aslında, bugün İran denen coğrafyayı da içine alan geniş bir
bölgeyi kastediyoruz.
|
Araplar
arasında ana iki damarın, Adnani (Kureyş) ve Kahtani (Yemani denen kabileler,
mesela Medineliler) soyunun sürekli rekabet halinde olduklarını da
anlatmıştık.
|
Ömer’in,
birbirlerini yemesinler diye “Cihad”a yolladığı bu bedeviler, koca Sasani
imparatorluğunu yok etmiş ve Irak denen coğrafyanın yeni lordları olmuşlardı.
|
İşte Kufe
şehri, bu yeni ve çoğunlukla sonradan görme bedevi lordların merkeziydi.
|
Ömer’in
dengeleri altüst olunca da Kufe, Kahtani Arapların yığıldığı bir yer haline
geldi.
|
Tabiî ki
Kahtani Arabın, Kahtani akıl hocası olmalıydı. Ebu Musa el Eşari…
|
Âlim,
dindar, zahit ve fakat bir o kadar ferasetten yoksun, bedeviyetini aşamamış
biri.
|
Her bedevi
gibi o da, siyasetten ve dengeden anlamıyor. Kufelilerin akıl danesi bu adam.
|
Osman,
valileri genelde akrabaları arasından seçiyor. Seçiyor ama Kufe’ye öyle
birini gönderiyor ki bu, kendi sonunu da hazırlayacak olan olayları
tetikleyecek bir hata… Said b. As…
|
Genç,
tecrübesiz ve ebleh biri… Valiliğe tayin olduğu ilk günlerde, kendisi onuruna
verilen yemekte, bir şiir okuyor ve bu şiirde, “Şu Hire (Irak) toprakları,
Kureyşin arpalığıdır” manasına gelecek bir ifade kullanıyor. Çevresi, Kahtani
lordlarla çevriliyken söylüyor hem de. Hemen ortalık karışıyor. “Biz Allah
rızası için buraları fethettik, meğer tüm yaptıklarımız Kureyş’e şan ve güç
katmakmış ha!” deyip, valiyi bir güzel benzetiyorlar.
|
Vali,
ahali isyan çıkardı diyerek merkezden yardım isterken, Kufe ileri gelenleri
de bir heyet oluşturup Medine’ye, Halifeye gönderiyorlar durumun aslını
anlatmaları için…
|
Heyet
Medine’ye vardığında ilk şok yaşanıyor. Osman’a ulaşmak için kırk kapı
aşmaları gerektiğini ve halifenin, Ömer gibi bir çadırda oturmak yerine,
kallavi bir villada ikamet ettiğini öğrendiklerinde hayal kırıklığı zirve
yapıyor. Günlerce uğraşmalarına rağmen Osman’la görüşmek için randevu
alamıyorlar. En sonunda heyete Şam’a gitmelerini, bu olayı, Şam valisi
Muaviye’nin mahkeme edeceği bildiriliyor.
|
(Bu arada
belirtmek gerekir ki, ilk zühd hareketinin (bir lokma, bir hırka) doğuşu da,
Osman dönemine tepki olarak, bu zamana rastlar…)
|
Heyet
Şam’a gider… Muaviye her iki tarafı da dinler… Ve özetle dediği şudur;
Nasrettin hoca misali, “Sen de haklısın, sen de haklısın”…
|
Anlayacağınız
olayı adil bir şekilde çözmek yerine, kaosu tetikler… Kaos en çok, şeytani
zekâsı olanlara yarar ve bu Muaviye’de fazlasıyla vardır.
|
Olaylar
büyür… Hoşnutsuzluk artar… Mısır’dan İran’a kadar tüm coğrafya kaynamaktadır…
Ali başta olmak üzere birçok sahabe uyarılarda bulunurlar… Ancak yapılan, işi
Allah’a bırakmaktan ibaret kalır.
|
Kufe
valisinin yerine kim gelecektir sizce?
|
Elbette
bir Kahtani ve elbette Ebu Musa… Osman, olayları yatıştırmak için Kufe’nin
akıl hocasını vali tayin etmiştir ama bu hatanın en büyüğü olacaktır… Çünkü
böylelikle Kufe, özerk bir eyalet olmuştur bile… Devlet, acz göstermiştir…
|
Her zaman
bu böyledir, bazen isyancıların gazını almak için devlet tarafından verilen
tavizler, onların gazlarını almak yerine, daha da ateşlenmelerine sebep olur…
|
Kazan
kaynar… İsyancı muhalifler, hac yapmayı bahane ederek, Medine’ye doluşmaya
başlamışlardır… Şam’dan yardım istenir… Muaviye bir ordu gönderir Medine’ye
ama ordu komutanına, Medine’ye yakın bir yerde konuşlanmasını ve kendisinden
emir gelmedikçe, şehir yansa bile müdahale etmemelerini salık verir… Ki,
müdahale emrini hiçbir zaman da vermeyecektir…
|
Önde
gelenler, son bir kez uyarırlar Osman’ı, “çekil”… Osman, hilafetten çekilmeyi
reddeder…
|
Göstere
göstere gelen bir afettir bu aslında. Ne olacağını herkes biliyordur belki
de…
|
Ama
gaflet, delalet ve ihanet, her devirde var olan bir olgudur…
|
Ali,
ihalenin kendisinde kalacağının farkındadır… Bu sebeple oğulları Hasan ve
Hüseyin’i, Osman’ın kapısına gönderir koruma olarak… Başkaları da vardır
orada… Zira Osman’ın evi artık muhasara altındadır… Su dahi sokulamıyordur
içeriye…
|
Şam ordusu
ise hala beklemektedir…
|
İsyancılar,
peygamber evlatlarının kapısını beklediği bir eve giremezler bir süre… Ama
kapıdan giremeyenler bacadan girecek ve Osman’ı katledeceklerdir. İsyancı
dediysem eşkıya sanmayın hepsini… Bunların arasında Ebu Bekir’in oğlu
Abdullah da vardır…
|
Şam ordusu
hala beklemektedir…
|
Çünkü Ebu
Süfyan ve ailesi yıllardır beklemektedir…
|
O kutlu gün
için…
|
Pak
Muhammed’in son verdiği saltanatın yeniden ihyası için…
|
Pek
yakında, Muhammed’in can düşmanları, bu kez onun temsilcisi olarak, yeniden
tahta geçeceklerdir.
|
Bu kez tek
fark vardır… Artık putlara değil, Allah’a tapacaklardır sadece…
|
Sanki
Allah, kendisine tapınılmasını istiyormuş gibi…
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder