Ateşin battaniyenin altında düşeceğini,
yanığın diş macunuyla iyileşeceğini sanıyor muyuz? Yine de bile bile yapıyor
muyuz? Hastalığı bir başka hastalıkla tedavi etmeye, virüsü bir başka virüsle
durdurmaya çalışıyor muyuz?
Ah şu bizim kandırılmalarımız, en çok da
kendimizi aldatmalarımız...
Metastaz kitabını yazarken bir efsanenin gerçek olduğunu
öğrendik.
“Müvekkilim hüsn-ü şehadetle
kurtuldu” diyen bir hukukçuydu. Müvekkili FETÖ’den
soruşturuluyordu. Kendisini, başka bir cemaatten olduğunu söyleyerek
savunuyordu. Sonunda hocası savcılığa geliyordu. Savcıya “benim sohbetlerime gelir,
cemaatimize yardımda bulunur” diyordu. İşte bu “iyi olduğuna kefil olma” durumuna “hüsn-ü
şehadet” deniyordu.
FETÖ, FETÖ, FETÖ diyoruz.
Belki de adı bize gerçeği unutturuyor.
Bugün terörden soruşturulan, dün cemaat kılıfındaydı.
Zarfa bakıp mazrufa kör mü kaldık?
Erdoğan’a şahitlik mektubu
Emniyet Müdürü Cihangir Ulusoy, 2 Nisan 2018 tarihinde gözaltına alındı. NATEK isimli şirketin ve yöneticilerinin FETÖ irtibatlarını arşivden silmekle, “FETÖ/PDY ilişkisine rastlanılmadığı” şeklinde yazdırmakla suçlanıyordu. Kendisini savunsa da, aksini söylese de mahkemeyi ikna edemedi. Ankara Sulh Ceza Hâkimliği, Ulusoy hakkında tutuklama kararı verdi.
Buraya kadar ülkede her gün yaşanan vakalardan biri sayılabilir.
Ancak tuhaf hikâye buradan sonra başlıyor. Nurcuların Yazıcılar koluna ait Hayrat Vakfı’nın temsilcisi Sait Yavuz, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bir mektup yazdı.Yavuz, Erdoğan’a şahitliğini şöyle aktarıyordu:
“Adı geçen şahıs yaklaşık yirmi yıldır yakînen tanıdığımız bir arkadaşımızdır. Ne ahlâki zaafları ne de meslekî ihmalkârlığı olmadığına yakînen şahit olduğumuz ‘yerli’ ve ‘milli’ bir kardeşimizdir.”
Erdoğan’a “takdir her daim zat-ı alilerinindir” deniliyor, “hüsn-ü şehadetimizi bu dünyada arz ettiğimiz gibi mahkeme-i kübrâ olan ahirette Huzur-u îlahîde de arz etmeye hazırız” ifadeleri kullanılıyordu.
Metastaz’ı yazarken mektubun sahibi Sait Yavuz’u aradığımızda “biz kanaatimizi bildirmiş olduk o kadar” diyerek, yazdıklarının arkasındadurdu.Nihayetinde Ulusoy, tutuklandıktan birkaç gün sonra cezaevinden tahliye edildi. Hakkında açılan davanın ilk celsesinde de beraat etti.
Hâkim ya da savcı değilim. Cihangir Ulusoy’un durumuna ilişkin kararı verecek yer mahkeme.
Ancak insanın aklına gelmiyor değil. Nurcu vakfın hüsn-ü şehadeti sonucu nasıl etkiledi? Sait Yavuz bu soruya “bilmiyorum” yanıtını verdi.
Bir istihbaratçı emniyet müdürü için, bir tarikat nasıl “yirmi yıldır tanıyoruz” der? Bunu nasıl Cumhurbaşkanı’na anlatır? Nasıl “takdir sizin” buyurur?
Bu sorunun yanıtı da bir başka ayrıntıda gizli.
19 Şubat 2018 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığı Osmanlı Türkçesini yaygınlaştırmak için bir vakıfla protokol imzaladı. Doğru tahmin ettiniz. Nurcuların Yazıcılar koluna ait Hayrat Vakfı’ndan başkası değildi. Protokolü imzalayan mı? Tabii ki Ulusoy’a şahitlik eden Sait Yavuz. Bu ne ilk ne sondu. Vakıf, devletle iç içe geçen birçok faaliyetin tam ortasındaydı.
Haliyle sanık ile tanığın, yargılanan ile yargılayanın, siyaset ile hukukun iç içe olduğu bir durumla karşıyız.
Buraya kadar ülkede her gün yaşanan vakalardan biri sayılabilir.
Ancak tuhaf hikâye buradan sonra başlıyor. Nurcuların Yazıcılar koluna ait Hayrat Vakfı’nın temsilcisi Sait Yavuz, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bir mektup yazdı.Yavuz, Erdoğan’a şahitliğini şöyle aktarıyordu:
“Adı geçen şahıs yaklaşık yirmi yıldır yakînen tanıdığımız bir arkadaşımızdır. Ne ahlâki zaafları ne de meslekî ihmalkârlığı olmadığına yakînen şahit olduğumuz ‘yerli’ ve ‘milli’ bir kardeşimizdir.”
Erdoğan’a “takdir her daim zat-ı alilerinindir” deniliyor, “hüsn-ü şehadetimizi bu dünyada arz ettiğimiz gibi mahkeme-i kübrâ olan ahirette Huzur-u îlahîde de arz etmeye hazırız” ifadeleri kullanılıyordu.
Metastaz’ı yazarken mektubun sahibi Sait Yavuz’u aradığımızda “biz kanaatimizi bildirmiş olduk o kadar” diyerek, yazdıklarının arkasındadurdu.Nihayetinde Ulusoy, tutuklandıktan birkaç gün sonra cezaevinden tahliye edildi. Hakkında açılan davanın ilk celsesinde de beraat etti.
Hâkim ya da savcı değilim. Cihangir Ulusoy’un durumuna ilişkin kararı verecek yer mahkeme.
Ancak insanın aklına gelmiyor değil. Nurcu vakfın hüsn-ü şehadeti sonucu nasıl etkiledi? Sait Yavuz bu soruya “bilmiyorum” yanıtını verdi.
Bir istihbaratçı emniyet müdürü için, bir tarikat nasıl “yirmi yıldır tanıyoruz” der? Bunu nasıl Cumhurbaşkanı’na anlatır? Nasıl “takdir sizin” buyurur?
Bu sorunun yanıtı da bir başka ayrıntıda gizli.
19 Şubat 2018 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığı Osmanlı Türkçesini yaygınlaştırmak için bir vakıfla protokol imzaladı. Doğru tahmin ettiniz. Nurcuların Yazıcılar koluna ait Hayrat Vakfı’ndan başkası değildi. Protokolü imzalayan mı? Tabii ki Ulusoy’a şahitlik eden Sait Yavuz. Bu ne ilk ne sondu. Vakıf, devletle iç içe geçen birçok faaliyetin tam ortasındaydı.
Haliyle sanık ile tanığın, yargılanan ile yargılayanın, siyaset ile hukukun iç içe olduğu bir durumla karşıyız.
Af örgütü yöneticisine şahitlik eden cemaat
Sanmayın ki “ben başka tarikattanım” savunması sadece iktidar çevrelerinde yapılıyor.
“Hüsn-ü şehadet” yakın dönemde başka bir yerde daha kullanıldı. Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi Onursal Başkanı Taner Kılıç, 9 Haziran 2017’de FETÖ’den tutuklandı.13 ay hapis yatan Kılıç serbest bırakıldı.
Bir kısmına tanık oldum. Bir kısmına da tanık olanları biliyorum. Kılıç’ın serbest bırakılması için “çeşitli ortamlarda” en çok yapılan savunma “FETÖ’cü değil başka bir Nurcu gruptan” olduğu şeklindeydi.
Nitekim Nurcu Zehra Vakfı Grubu’nun internet sitesine girdiğinizde onların yargıya kadar taşıdıkları hüsn-ü şehadetini bugün okuyabiliyorsunuz:
“Taner Kılıç, hayatı boyunca hep bir Zehra camiası gönüllüsü olmuştur (...) Onu yakından tanıyan herkes onun bu yapıyla (FETÖ) organik veya fikirsel bir bağ içinde olamayacağını bilir.”
Hangi inançta, hangi düşüncede, hangi renkte olursa olsun kimse günahsız olduğu halde sanık sandalyesine oturtulmamalı. Öte yandan hiçbir suç da yargı sistemi içinde karşılıksız bırakılmamalı.
Dün Fethullahçılar bugün başkaları...
Hukuk sisteminin merkezine tarikat ilişkileri oturdukça adalet ölüyor.
Olan yalnız yolu adliyelere düşenlere değil, hepimizin geleceğine oluyor.
Sanmayın ki “ben başka tarikattanım” savunması sadece iktidar çevrelerinde yapılıyor.
“Hüsn-ü şehadet” yakın dönemde başka bir yerde daha kullanıldı. Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi Onursal Başkanı Taner Kılıç, 9 Haziran 2017’de FETÖ’den tutuklandı.13 ay hapis yatan Kılıç serbest bırakıldı.
Bir kısmına tanık oldum. Bir kısmına da tanık olanları biliyorum. Kılıç’ın serbest bırakılması için “çeşitli ortamlarda” en çok yapılan savunma “FETÖ’cü değil başka bir Nurcu gruptan” olduğu şeklindeydi.
Nitekim Nurcu Zehra Vakfı Grubu’nun internet sitesine girdiğinizde onların yargıya kadar taşıdıkları hüsn-ü şehadetini bugün okuyabiliyorsunuz:
“Taner Kılıç, hayatı boyunca hep bir Zehra camiası gönüllüsü olmuştur (...) Onu yakından tanıyan herkes onun bu yapıyla (FETÖ) organik veya fikirsel bir bağ içinde olamayacağını bilir.”
Hangi inançta, hangi düşüncede, hangi renkte olursa olsun kimse günahsız olduğu halde sanık sandalyesine oturtulmamalı. Öte yandan hiçbir suç da yargı sistemi içinde karşılıksız bırakılmamalı.
Dün Fethullahçılar bugün başkaları...
Hukuk sisteminin merkezine tarikat ilişkileri oturdukça adalet ölüyor.
Olan yalnız yolu adliyelere düşenlere değil, hepimizin geleceğine oluyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder