MERİÇ VELİDEDEOĞLU
Ülkemizin gündeminden hiç düşmeyen, dahası çoğalarak yerini koruyan“sorun”laşmış konuların içinde, “yargı” ile olanların büyük bir yer tuttuğu görülüyor.
Bunlar arasında Silivri’deki yargılamalar, duruşmalar; onlarla bağlantılı konular kuşkusuz en başta geliyor.
Örneğin, geride bıraktığımız “eylül”ayında da, bu “darbe”yargılamasıyla ilgili olarak gündemde yer alanlar; ilk adımda şöyle sıralanabilir.
Silivri’de “hücre”tutuklusu avukata“ hücre” cezası; internet, ıslak imza davaları; Doğan Yurdakul’a izin sorunu; Silivri hücrelerini yine su basması;“Anayasa Mahkemesi”nin,“AKP’yi kapatma davasında sözde Ergenekon baskısının yine konu edilmesi; iddianamelerdeki “TSK” belgelerinde “tahrifat” yapıldığının ileri sürülmesi; komutanların bitmek bilmeyen tutuklanmaları; tutukluluğun kaldırılmasını isteyen“ Özel Yetkili Yargıç ve Savcılar”ın yetkilerinin geri alınması; görev yerlerinin değiştirilmesi; 1. Ergenekon duruşmaları; 9 Eylül günkü duruşmada yaşananlar; 2. Ergenekon duruşmaları; 30 Eylül tarihli duruşmada izleyicilere, avukatlara yaşatılanlar ve ötekiler...
Kuşkusuz bu liste eksik olabilir; ama buncası bile şaşırtıcı olsa gerek, bir tek “konu” ve bir “aylık” süre için.
Bu durumun nedeni, bir tutuklu tarafından iddiaların “Nasrettin Hoca fıkralarına benzediği” söylemiyle dile getirildi.
Bir bakıma; “izleyiciler”in dahası “savunmanlar”ın sabırlarının “taşma”noktasına gelmesinin“nedeni”ni “de” açıklayan bir değerlendirme bu...
Çünkü -kendini ele veren- “üretilmiş” delillerle, iftiralarla; düzmece suçlamalarla; onca çelişkiyle; çocuklara özgü yanlışlarla oluşturulmuş “iddialar”la kotarılan binlerce sayfalık bir “iddianame” var ortada.
Öte yanda bu “tür” iddiaların da; ancak“usu” (akıl) ve “mantık”ı devreden çıkaran bir yolla oluşturulmaları dışında pek başka şansları yok.
Bu durumda da büyük bir bölümünün gülmece fıkralarıyla boy ölçüşecek bir içerikte olmasının önü alınamıyor.
Örneğin iddianameye göre; “TSK”nin onca general ve amirali, öteki rütbeli subayları bir araya gelip bir “darbe planı” hazırlıyorlar; ne zaman mı: “2003” yılının başlarında (şubat sonu-mart başı).
“Operasyon sırasında muhabere (iletişim),‘emniyetli cep telefonları’ile sağlanacaktır” kararı alınıyor yapılması gerekenlerle birlikte; böyle yazıyor savcıların hazırladığı iddianamede.
Ama gelin görün ki, Türkiye’de “emniyetli cep telefonu” kullanımına ilk kez, ancak “2 Aralık 2008” tarihinde başlanabilecektir...
“2008” yılının sonunda“gerçekleşebilecek” bir kullanımı; yaklaşık “altı yıl” önce kulanıldığını gösteren bir “iddia” ile suçlansanız, dolaysıyla da -bir ay bir yıl değil- yıllarca tutuklu olsanız ne yapardınız, ne yapardık?
Bu soru; iddianameyi hazırlayan “savcı”lar; yargılamayı yapan“yargıç” lar için de geçerlidir, öyle değil mi?
Evet; kuşkusuz öyledir; öyledir de onlar bu gibi durumlarda tutukluTuğgeneral Hakan Akkoç’un dediği gibi“susma hakkı”nı kullanırlar hep.
Savunmaların yapıldığı duruşmalarda; sorgulananlardan gelen bu tür -bütünüyle haklı- sorulara karşı; ne yargıç heyeti kürsüsünden, ne de savcıların köşesinden hiçbir “ses” çıkmaz; içleri titreten bir suskunluk, bir sessizlik yayılıverir ortalığa.
Sessizlik, savunmasını yapanın “Bu siyasal bir davadır!” “vurgulama”sı ile bozulduğunda ise mahkeme başkanı anında: “Mahkeme tarafsızdır!” diye sertçe çıkışmaya başlar.
Asıl bu “vurgulama”nın önünde, susmaları gerekir. “Ben bu davanın savcısıyım!” diye haykıran bir “başbakan”ı olan bir ülkede...
Duruşmalarla ilgili bu tür başka sorunlar da var; örneğin “sanık”laştırılan jandarma subaylarına sorulan soruların -bir bakıma- “içeriksiz”liği karşısında, kimi tutuklu komutanlar savunmalarını jandarmanın “teşkilat yapısı”nı; kimisi de“görev”lerini anlatmaya özgülemek zorunda kaldılar; “yargılama”nın eski bir deyişle,“selameti” açısından...
“6 Ekim” günkü duruşmada da böyle oldu; jandarma subayı Kubilay Aktaş, savunmasının bütününü bu konuya ayırdı; gerek verilen bilginin, gerekse bu özverili tutumun umarım bir değeri olur.
Başlıktaki “çığlık”a gelince; J. Kur. Alb. Mustafa Önsel’in çığlığıdır bu. O da “6 Ekim” tarihli duruşmada savunmasına, “Burada ne söylersek söyleyelim, yaptığımız karanlığa atılan ‘çığlık’tır!” diye başlamış, şöyle de sürdürmüştü:
“Biliyorum ki bu çığlığı kimse duymayacak. Kimse duymasa da; basın sussa, yetkililer el ovuştursa, millet kayıtsız kalsa, ‘yargıçlar sadece baksa’ da ben haklılığımı haykırmaya devam edeceğim.
Şu davaya bakın, artık yeni tutuklananların‘haber’ değeri bile yok.‘Sadece iki Alb. tutuklandı’ diye TV’lerde alt yazı geçiyor; gazeteler arka sayfalarda iki satır yazı yazıyorlar.‘İsimleri bile yok!’. Hırsız kadar, arsız kadar, namussuz kadar değerleri yok.
Yazıklar olsun...”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder