Duyulmamış sorularla başlayabilir miyim, Osmanlı Devleti gerçekten çöktü mü; küçüldüğü mutlak, ancak her çöküntüde yaygın bir döküntü var. Büyük Bizantolog Charles Diehl’in “Greatness and Decline” çalışmasından bunu öğreniyoruz. Ne demek, mezarcı ile imparatoru ayırt edemediğimiz zamanlardan söz edebiliyoruz ve sadece döküntüler yükseliyorlar, çöküş ile senkronizedir. Hah mezarcı, hah imparator; Roma’da Cumhuriyet’i tepeleyen Caligula da bir döküntü idi, her türlü dejenerasyonun cisimleşmiş halidir. Osmanlı’nın son demlerinde ise bunları hiç göremiyoruz, adeta yıldızlar yağıyordu ve çöküş tarifine hiç uymamaktadır.
Yükseliş çağı
O halde Cumhuriyet’i, bir Nizam-ı Cedit’in, Büyük Reşit Paşa’nın adına yazılı Tanzimat’ın, Mithat Paşa’ya bağlı Birinci Meşrutiyet’in, dağa çıkan Niyazi-Eyüp-Sabri-Enver ile andığımız İkinci Meşrutiyet’in devamı sayamaz mıyız? Sıçramalı bir devrim olduğunu düşünebiliriz. 1905 yıllarında yirmi-yirmi beşlerinde ve 1925 döneminde kırk-kırk beşlerinde olan yıldızların işi oldu; pek parlaktılar. Öyleyse, şunu kabul etmek durumundayız, tarihimizde bu kadar çok yıldızı hiçbir arada görmedik, zengindik. Belki de yükseliyorduk.
Resim yazısı ekle |
Her yerde döküntü var
Şimdi ise sadece döküntülerle idare ediyoruz, “her yerde döküntü var” ve dökülüyorlar. O kadar öyle ki, Cumhuriyet’in kurucu partisi dahi bir mezarcının elindedir ve bütün kazanımlarımızı, cahiliyeden kalma kazması ile kazmaktadır. Bir mezarcı vurdumduymazlığı ile hepsini satmaktadır. Bir talihsizlik, adı Kemal’dir.
Oligarkların vecd hali: Çöküş
Tarif şudur, “çöküş”, bir mezarcının kurucu kuruluşun başına geçirildiği, her kazması indiğinde, pek tamahkâr, pek zengin, vatansız ve inançsız oligarkların “vur vur” dedikleri, “devrim devrim” diye kendilerinden geçtikleri haldir. Ve bu, Patrona Halil’den sonra Karabulut Kemal dönemidir.
3 Kasım Tezleri
Başkaları inanabilir, zor olsa da, ben de inanmak durumundayım, 3 Kasım 2002 tarihlidir ve üzerinde “4 Kasım 2002” yazıyor, aynı gün yakın arkadaşlarıma göndermiştim, şimdi kitaplarımda yer alıyor, bana aittir demek istiyorum. Acı, “3 Kasım 2002” seçimi akşamı, “hükümet ve muhalefet olarak Cumhuriyet’in karşısındadır,” diyebiliyordum. Akepe, bir “devlet” icadı idi ve bunu yapanlar, Cumhuriyet’in “kurucu partisini deforme” etme planında ve hevesindeydiler. Sanki bunları yapan “bendim”; şimdi öyle söylüyorum, çünkü görebiliyordum.
Büyük ihanet
Bu büyük ihanette cehepe’nin de işin içinde olduğunu görebiliyordum, ancak, kurucu partinin başına bir mezarcının getirilebileceğini hiç akıl edemedim. Ne komplolar, ne oyunlar ve ne televizyon kampanyaları... Şimdi hem gülüyorum ve hem yanıyorum. Neden daha büyük bir isyanı bağırmadım, sorumluluğum büyüktür. Her zaman öyledir, kendimi kabahatli buluyorum.
Mezarcı’dan cemaate
Karabulut Kemal Kılıçdaroğlu, Gursal Tekin, Sencer Ayata, Aydın Ayaydın, Erdoğan Toprak, ilk planda, Fethullahi cemaatte sayabildiklerimdendir. İki kış kaşarı diyebiliriz, iki monşer, birisi Barzani-Washington’a bağlı ve ikincisi Füze Kalkanı’na âşık, buradadırlar. Mezarcının ilk yedisi işte budur ve bir şekilde, Ülker’e kadar uzanıyorlar. Ülker, Kırım’dan çıkmadır ve Soros’a kadar finansmanı var. Mezarcı buraya da bağlıdır ve aynı halat diyoruz, ayrılması imkansızdır ve görüyoruz.
Sözüne inanılmaz
Hiçbir sözüne inanmıyoruz, İstanbul’da aday olduğunda, Bağcılar’da yer tuttuğunu ilan etmişti, gerçekle hiçbir bağlantısı yoktur. Referandum’da, Fethullah Gülen’e verdiği söz üzerine, oy vermekten kaçan işte bu mezarcıdır. Uzun süre karısının adını saklayabildi, “Sevim” diyordu ve sonunda Selvi’ye razı oldu, “Zilfi” doğrusudur. Her fırsatta torununu özlüyor, adı “Duru” olup, bu isimden bizde yoktur. Henüz kendisine bir doğum memleketi bulamamıştır ve iddia ettiği üzere “Karabulut” ise, Kırım’dan gelmedir. Mezarcı olduğu mutlak, ancak bu denli oynak türler, sadece köylerde bulunmaktadır.
Çok acı, “3 Kasım 2002” akşamı yazdıklarım arasındadır ve gerçekten acı duyuyorum, adını ve yaşadığını bilmeden, Karabulut Kemal’i yazmış oluyorum; bir mezarcı olabilir ve krizi kavraması imkansızdır. Bunu yazdım, ancak mezarcı bunu çok aşmış durumdadır; kendisini İkinci Dünya Savaşı’nda cehepe’ye karşı mücadele ederken düşünüyormuş, oynak köylüleri çok geride bırakmış durumdayız. Yalnız sormak gerek, İkinci Dünya Savaşı ne zaman oldu ve o tarihte kaç yaşında idi; bu soruyu anlayacağını hiç sanmıyorum. Bu ayrı, ancak daha önemlisi, hayatında hiç mücadele etti mi, mücadele kelimesinin anlamını biliyor mu ve hiç kitap okudu mu, bu sorular ortadadır. Mezarcı, elektrikli merdivene ters binen ve Van’a deniz diyen adamdır. Charles Diehl’in tarifine çok uymaktadır. Mezarcı ve tayfası cehepe’yi kazmaktadır. Ama bir ihtimal var, mezarın içine sonunda kendisinin yatmasından korkuyorum.
Tayyip Erdoğan’a bir şamar oğlanı gerek ve pek zorlanmıyor; ayrıca, fareyi sıkıştırmış, oynuyor. Gülen ile irtibatçı Gürsel Tekin’in mahkûmiyet davası, Temyiz’de bekledikçe bekliyor. İki buçuk yıllık, belediye’de suiistimal hükmünü, Temyiz kesinleştirirse, Gürsel düşecek; mezarcının bir ayağı ve bir kolunun kırılacağı kesindir. Bu nedenle Erdoğan oynuyor, sürekli top çeviriyor ve mezarcı devamlı veriyor. Durmuyor, son bir haftada Türklüğü sattı ve Erdoğan Tokmak’ı Fethullahi Abant’a kattı; ey mezarcı, vereceklerinin sınırı yoktur diyoruz. Sen ki bunun için varsın ve hiçbir çekincen ve sıkılman yoktur, biliyoruz.
Kontenjan devrimi
Bitiriyorum, fakat bitirirken içim sızladı, hiç mi güzel iş yapmadı; Allah var, yaptı ve yazmam gereklidir. Son olarak son Hurultay’da bir “kadın devrimi” gerçekleştirdi ki, Mezarcı’nın kalbi desteklerinden Emine Ülker Hanım ile Birgül Ayman Hanım’ı pek sevindirdiler. Bu iki yıldız hanım, bu devrimi büyük heyecanla anlattılar, ancak beni affetsinler, pek heyecanlanamadım. Bu devrimi, bir kez Erdal İnönü de yapmıştı, ama kontenjan dolduracak kadın bulamamıştı. Güzel, şimdi bir Emine Hanım, bir Birgül Hanım var, elde var iki. Sonra, ortalıkta kontenjansızlıktan hakkı yenen kadın mı var; merakım budur. Herhalde kontenjanı iki Şafak, üç Binnaz, bir buçuk Nazlı ile doldururlar; buna Mezarcı’nın “Kadın Devrimi” diyoruz. Pek güzel, Emine Ülker ve Birgül Ayman devrimci hanımları pek tebrik ediyorum; bu büyük devrimi bir de ninelerine anlatmalarını tavsiye ediyorum.
Hem mezarcı, hem gidici
Ne yaşı tutar, ne bilgisi var, üzerine konuştuğu dönemi bilmiyor. 1940’lı yılların ilk yarısı, Türkiye’yi Hitler taarruzundan koruma ile geçmişti; kıtlık yıllarıdır. Herhangi bir muhalefet ve mücadele bilmiyoruz. İkinci yarısı ise demokratizasyon dönemi oldu; Demokrat Parti, Millet Partisi, Kalkınma Partisi, Esad Adil ile Şefik Hüsnü’nün sosyalist ve komünist partileri kuruldular. Partiler bayramı yaşıyorduk. 12 Mart 1947 tarihinde Truman Doktrini ilan edildi; İsmet İnönü, Demokrat Parti ile Cumhuriyet Halk Partisi arasında iyi münasebetler kuruyordu. Bugün İsmet Paşa’nın, iktidarı Demokrat Parti’ye teslim politikası izlediğini ve Karabulut Kemal’in teslimiyeti pek yetersiz bulduğunu anlıyoruz. Cumhuriyet’i ve kemalizmi gömmek ve üstünü özürlerle örtmek arzusundadır; kurucu partiyi gömmeyi bunun aracı biliyor. Karabulut, Toprak, Tekin, kazma sesleri yankılanıyor. Ayrıca, hem münkir ve hem de müfteri, özgür subay görmeye tahammül edemiyor ve tutkuyla hapis, tutkuyla mezar istiyor. Fethullahi cemaatin mezar kazıcısıdır ve artık çok fazladır. Gidicidir, demek istiyorum. Yakındır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder