Seçimden önce tek yazı yazmadım Anglo-Sakson aşısına dair.
Aşı diyorum; zira başka türlü, bu kadar rahat kazanamazdı bizim oğlan… Hatta
bir ara, “seçimden bir gün evvel Ekmel efendi lehine çekilir mi acaba?” diye
düşündüm. Çünkü o kadar “efendi” kokuyorlardı ki her ikisi de… Biri, biraz daha
okumuşu.
Anglo-Sakson Efendi, kırk yılda kurduğu cemaati bile önüne
attı bizim oğlanın. Nedenini bilmiyorum ama 140 ülkede yapılanmış bir
hareketini feda ettiğine göre, önemli bir gaye var işin ucunda. Kaleni
veriyorsan, Şah’a hazırlık var demektir.
Ve Şah…
Bu Şah’ı perdeleyemez veya tehdit oluşturan taşı ekarte
edemezsek, mat olduk demektir. Çünkü kaçacak yerimiz yok, kaçmaya niyetimiz de…
Peki, bu stratejik akıl yürütmeyi kim yapacak?
Muhalefet mi?
Onlar efendinin verdiği her yemi yutacak kadar öngörüsüzler.
Değil birkaç hamleyi, bir adım ötelerini görecek ferasetten yoksunlar. Düşmanın
düşmanından medet umar haldeler. Cemaate, Mart sonunda yayınlamaktan
vazgeçtikleri kaseti, neden yayınlayamadıklarını soramayacak kadar da
güveniyorlar.
Bakın ilk açıklamalarına! Yüzsüz ve pişkin tavırlarla,
bizlerle alay edercesine “kaybetmedik” diyorlar. Siz hangi durumda kaybettiniz
ki zaten? Kaybetmeyi, bir kez olsun kaybetmeyi göze almış olsaydınız bu gün bu
hallerde olur muyduk?
En azından, “hırsızlığı tescillenmişlerin düzenledikleri
seçimleri protesto ediyoruz, kendin çal kendin oyna” diye bilselerdi, her şey
farklı olurdu. Ama maaşlar ve konaklar ve pahalı takım elbiseler vardı… Atatürk
ve Cumhuriyet bekçiliği gibi onurlu bir misyonun konu mankeni olmak vardı…
Neden kaybetsinler diki bunca itibar ve servet ve apoleti… Nede olsa seçim
kaybetmekle, kendileri hiçbir şeylerinden olmuyorlar.
Olan, her şeyini umuda bağlayan milyonlara oluyor nasılsa…
Olan gözünü kaybedenlere oluyor ve gencecik hayatlarını…
Bir de utanmadan oy kullanmayanları aşağılıyorlar… Hiç
sormuyorlar, Cumhuriyet mitinglerine katılarak, gezi eylemlerinde işkencelere
maruz kalarak her şeylerini riske atan Cumhuriyet evlatlarından bir kısmı, neden
sandığa gitmediler diye…
Tatil için mi?
Böyle düşünüyorsanız, bu halkı hiç tanımamışsınız demektir.
Bu halk “Ergenekoncu” damgası yiyerek sürüldü… Muhalif olduğu için işinden
kovuldu… Hapislere girdi…
Çocukları kendileri içerdeyken büyüdü… Gezi’de iki ağaç için
kör oldu, dayak yedi, gaz yedi… Yıllardır birileri domuz gibi semirirken geçim
sıkıntısıyla boğuşuyor… Sırf “hala varız” diyebilmek için… Çocuklarımıza “siz
de böyle onurlu duruş sahibi olun, varsın yoksullukla, hapisle, zorbalıkla
gelsinler” diyebilmek için… Şimdi kalkmış 12 yıldır sizi, yenileceğinizi bile
bile, her defasında kerhen ve istemeye istemeye desteklemiş bu halkı
aşağılıyorsunuz…
Ben dahi kerhen ve istemeden oy verdim Anglo-Sakson
efendinin tabağımıza koyduğuna. Sırf bunları yazarken mazeret hissine
kapılmayayım diye verdim.
Oy vermeyenler, size inanmadıkları için vermediler… Sanırım
artık vermeyecekler de…
Çünkü sizin yüzünüzden bir daha hayal kırıklığı yaşamak
istemiyoruz… Yenileceksek bile, kendimiz gibi yenilmek istiyoruz, kendimiz
kalarak… 12 yıldır hep yenilen ve yenilmesine karşın kendi hayatından hiçbir şey
eksilmeyenlerden bıktık…
Nazi orduları Rus topraklarında piknik yapar gibi
ilerlerken, omuzları kalabalık ve yaşlı ve ferasetsiz ve geri kafalı çarlıktan
kalma generaller komutasında, sapır sapır dökülüyordu Avrasya’nın çocukları.
Sonra o sadist ama zeki Stalin bir şey yaptı. Teamülleri altüst eden bir
devrim… Albay üstü tüm rütbelerin görevine son verdi ve genç subaylara
seslendi; “Zaferle gelen general olur.” Sonrasını tüm dünya izledi. Genç ve
cesur ve atılgan genç Sovyet subayları zafer üstüne zafer kazandılar. Çocukken
izlediğimiz Sovyet askeri geçiş törenlerinde, göğsü madalyalar ve nişanlarla
dolu olan Mareşaller, Nazileri tarihten silenler, işte bu genç subaylardı.
Soruyorum?
Atatürk’ün ordusunda, bir dizinde kız, diğerinde erkek
torununu seven paşalar yerine, gözlerinden ateş çıkan genç kurmaylar karar
mekanizmalarını dolduruyor olsaydı, apoletler teamüllerle değil zaferlerle
takılıyor olsaydı, Terör gibi bir sorunu olur muydu ülkenin… Ergenekon- Balyoz
süreçleri bu şekliyle yaşanır mıydı? Halk, kendileri için ölüme koşmuş
askerleri uğruna, etten duvar olmaz mıydı?
Tekrar soruyorum?
Atatürk’ün partisinde, iki ağaç için dahi dünyayı zalimlerin
başına yıkacak kadar gözü pek ve zeki gençler olsaydı ve elan mecliste sadece
parmak kaldırmaları beklenen, zıpkın gibi, zehir gibi gençlerce karar
mekanizmaları doldurulsaydı, 12 yıl boyu sürekli yenilen ve sürekli mazereti
milletin ahmaklığında bulan bir parti olur muydu?
Aynını milliyetçiliğin supabı için de söylüyorum. O parti
içerisinde birikimi, zekâsı ve karizmasıyla iktidarı hop oturtup hop kaldıracak
onlarca aslan parçası kadın ve erkek varken, neden ilk yenilgiden ders
çıkarılıp koltuklar, o güzel insanlara bırakılmadı? Ülkü ocakları cismi var
kendi yok, iğdiş edilmiş bir hale neden sokuldu? Gezi’de neredeydi ocak gençliği?
Cevabı çok basit… Kendileri asla kaybetmiyorlar da ondan…
Kaybeden bizleriz, yani hala Atatürk’e ve Cumhuriyet’e inananlar… Sadakati
ancak ve ancak bayrağına olanlar… Bizler 12 yıldır bile bile lades oluyoruz…
Anglo-Sakson mühendisliklerle aklı iğfal edilmiş Anadolu
insanını ikna edemediniz, inandıramadınız, kurtaramadınız yakalandıkları
körlükten… Hep aşağıladınız, hep iki paket makarnada buldunuz utanılası
yenilgilerinizin mazeretini… Şimdi herkese ve her şeye rağmen 12 yıldır size el
vermişleri aşağılıyorsunuz. Sırf size biat etmedikleri ve benim gibi,
inanmadığı bir adaya oy vermedikleri için…
Oysa umut olarak efendinin size sunduğu ve bize zorla
desteklettiğiniz adamların hepsi birer aşıdan ibaretti… Bunu dahi
anlayamadınız…
Ya bu aşılar kazansaydı? Dervişleriniz, allı-morlu
gülleriniz, bayatlamış ekmekleriniz kazansalardı ne olacaktı? Ülke Allahsız
kapitalizmden, efendinin mandasından, soft İslam’dan, Atatürk umdelerine, akla
ve bilime geçiş mi yapacaktı? Heyhat!
Ama bu son…
Hayatın, kendilerine mutluluk paketi olarak sunulmuş
insanların, artık bu ülke ve halkı için yapacakları hiçbir şey kalmamıştır.
Hele o işe yaramaz sülükleri ve fikirlerini ve sürekli
gülümseyen suratlarını görmek dahi istemiyoruz. Zoru görünce kızını
Floransa’ya, oğlunu Kanada’ya yollayacak gücü olanlar, savaş alanlarını ilk
terk edenler oldu hep. “Osmanlı döneminde “Padişahım çok yaşa” diyenlerin,
işgal ordusu İstanbul’a ayak basar basmaz, işgalci subaylarla kendileri ve
özellikle kızlarının neler yaşadıklarını, yazmasa da tarih, biz biliyoruz.
Atatürk yıllarca İstanbul’a neden ayak basmadı sanıyorsunuz? Bu pislik
suratları görmek midesini bulandırıyordu da ondan. Aynı zevatın ve ahfadının,
Atatürk’ün vefatına müteakip, en hızlı Atatürkçüler oluverdiklerine de tanık
olduk. Şimdilerde ise Umre yarışındalar… Kovulan şerefli gazetecilerin
koltuklarında, onların maaşlarını da kendi maaşlarına katıyorlar, ihaleler
alıyor, meth-ü senalar diziyorlar “zamanın ruhu” gereği… Bir de utanmadan akıl
veriyorlar muhaliflere, ne yapmaları gerektiği hususunda…
Bizim gidecek başka bir yerimiz yok. Ve kaderimizi gayrı,
Anglo-Sakson aklından medet umanlara terk etmeyeceğiz. Kendilerini
feshetmeleri, bu ülke adına yapacakları son ve tek iyilik olacaktır. Gerekirse
seçime sadece iktidar girsin, kendi girip kendi kazansın. Oy oranı yüzde yüz
olsun… Sessizliğimiz bile uykularını kaçıracaktır efendi ve uşaklarının…
Oysa şimdi güvendeler… Ülkede “serbest” seçimler yapılıyor
ve “halk” karar veriyor, değil mi?
Sizin varlığınızı en çok rakipleriniz istiyor. İnanmıyorsanız
bir deneyin. Bakın herkesten önce onlar “aman ne yapıyorsunuz,
ülke-kaos-demokrasi” diyerek eteklerinizden çekecekler sizi. On iki yıldır
demokrasicilik oyununda onlara eşlik ediyorsunuz. 12 yıldır yeniliyorsunuz ve
bizim 12 yıldır her seçimden sonra haftalarca kimyamız bozuluyor.
Semiz teyze ve amcaların iğrenç göbek danslarıyla seçim
zaferi kutlamalarını görmekten bıktık sosyal medyada.
Bir kez olsun bu halka iyilik yapın…
Bir kez olsun kaybedin…
Bir kez olsun fırsat verin…
Bırakın bu millet bir Mustafa Kemal daha çıkarsın içinden…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder